Dil… Varlığıyla, yokluğuyla, yarasıyla bizi biz yapan şeylerden biri neresinden baksak. Hiç azımsamayın, çünkü çoğunlukla en önemlisi. Anadili için, o dili yaşamlarının her alanında özgürce kullanabilmek için mücadele veren bir dostumdan içime işleyen bir şey duymuştum bir gün. “Anadil bir organdır!” demişti. Etkileyiciydi, evet ama henüz benim açımdan bir tecrübe imbiğinden süzülmemişti. Dilini bilmediğim bir yerde uzun süre yaşayınca daha net anladım bunu. Ellerim yokmuş gibi hissetmiştim çünkü… Gözlerim, kulaklarım, ayaklarım…
Anamızdan öğrendiğimiz dil, hayata tutunduğumuz organlardan biri ve belki de en önemlisiydi. “Kakam geldi” demekle “ruhum sıkılıyor” demek arasında çok da bir fark olmayabilirdi. Dil, içinde doğup büyüdüğümüz bir iklimdi elbet, elimiz ayağımızdı ama her birimiz tam da olması gerektiği üzere kullanabiliyor muyduk onu? Derdimizi, meramımızı anlatıyorduk muhakkak, peki “doğru” şekilde mi? Evet, bir de bu vardı şimdi… Öğrendik, konuştuk, az buçuk yazdık, eyvallah! Sonra sıra geldi dilin de hakkını vermeye! Hangi dil olursa olsun, onu doğru konuşup yazmaya, doğru işlemeye ve mümkünse geliştirmeye…
Bazı imkanlar geliştikçe bu iş daha da kolay olur sanıyordum ben şahsen ama öyle değilmiş, ne yazık! Teknoloji geliştikçe, medya olanakları arttıkça, iletişim alanı genişledikçe olumlu yönde seyreder sandığımız şey iyice sarpa sardı. Kısaltmalardan, türetilen anlamsız zırvalardan falan geçtim, konuştuğumuz ve yazdığımız dil baştan aşağı yozlaştı. Bu konuda hassasiyet gösteren insanlar tuhaf bir biçimde “milliyetçilikle” bile suçlandı. Bu esnada dili en iyi kullanan insanların bir kısmı da benim diyen milliyetçinin yekten düşman ilan edebileceği hamurdandı. Velhasıl, benim beynim de bir yerde yandı ve işin ehline varayım, dedim. Bu konuyu, bu konuya benden çok daha fazla hassasiyet gösteren bir insanla konuşmak istedim: Karşınızda, Demet İskeçeli İş!
Emekçi Kadınlar Günü’nde doğmuş bir kadın, Demet. Plastik Sanatlar mezunu. Bir formasyon eğitimi alıyor ve zihinsel engelliler için öğretmenlik yapıyor. Dili, özel olarak Türkçeyi, her anlamda edebiyatı neden onunla konuşuyorum peki? Yurt dışında kütüphanecilik yapan, dokümantasyon uzmanı bir babanın çocuğu olarak küçük yaşlarından itibaren kitaplara tutulmuş bir kadın çünkü. Bu konudaki ilgisi öylesine yoğun ki, bilgisi ilgisine galebe çalana kadar arşınlamış bu yolu.
Madem öyle, söz artık sevgili Demet’te…
Emre Dursun, Şubat 2025

Medya, sosyal medya, ünlüler… Dili eğip büktüler!
Emre Dursun: Ne dersin, günümüzde dilin yanlış kullanımının bunca artması yeni medya ve iletişim yöntemleriyle mi alakalı acaba?
Demet İskeçeli İş: Doğru ve eksik! Şimdi muhtemelen biz bunu konuşuyoruz diye, bunca sorun dururken dille uğraştığımız için de ayrıca kalaylanabiliriz ama hemen söyleyeyim: Bu konu önemsiz ve gereksiz değildir. Çünkü dildeki bozulma, yaşanan sorunların hem göstergesi hem de dolaylı olarak nedenidir. Biraz dikkat edilirse görülür: Dil, çevre, duygu kirliliği hepsi bir arada yaşanıyor zaten. Dijital platformlar da bu kirliliğin, yanlışların iyiden iyiye yayılmasını, kalıcı olmasını sağladı ve sağlıyor.
Emre Dursun: Aslında konu başlığına farklı bir açıdan “Dil Yarası” desek de çok haksız sayılmayacağız diye tahmin ediyorum. Çünkü iletişim kanalları arttıkça azalır sandığımız hatalar daha da çarpıcı bir boyuta ulaştı bence. Sosyal medya ve dijital iletişim araçlarının dil kullanımını nasıl dönüştürdüğünü düşünüyorsun? Bu dönüşüm, dilin kalitesizleşmesine yol açıyor mu?
Demet İskeçeli İş: Tabii sosyal medya, televizyon veya diğer dijital iletişim araçları dilin dönüştürülmesinde önemli bir rol oynuyor kuşkusuz. Televizyon, örnek ve standart diyebileceğimiz Türkçenin sesi olması gerekirken; diksiyon, entonasyon (sesi yönlendirme ve tonlama) eğitiminin, yazım kurallarının yanından geçmemiş insanlara alan açarak o dil kaybının sesli/görüntülü resmine dönüşüyor.
Sunucu, spiker haberlerde “Birazdan yayına bağlanıyor olacağız” diye kullanmadığımız bir fiil çekimi yapabiliyor. Ha, yanlış değil ancak çok nadir kullanılır. Haliyle hızla yayılıyor. Dizilere bakıyorsunuz, yine aynı fiil kalıpları ve hatta daha beterleri, “tabii ki de” diyen sözde oyuncular, vesaire… İzleyenler de alışıyor bu sözlere ve yerleşiyor insanların diline.
Sosyal medya noktasında şu da var: Eskisi gibi değil artık; çevirmenler, yazarlar, şairler, okur-yazarlar sosyal medyada görünür vaziyetteler ve en başta da onlar bu şekilde konuşup yazdıkça yapılan yanlışlar devam ediyor. Bakın, bu durumu köylerden, kasabalardan, kırsal kesimden çok ayrı tutuyorum. Oraların kendine özgü dili, şivesi farklı. Bahsettiğim kişiler akademisyen, öğretim görevlisi, profesör, editör falan. Onlar bile kelimeleri yanlış telaffuz edip yanlış yazıyorlar. Hepsi değil tabii. Tabii deyince yine aklıma geldi bak: “Tabii ki de” diye bir kullanım şekli yok. Yok! Yaygın bir edebiyat dergisine böyle yazmış bir şair. Ya da X’te bir paylaşım yapmış akademisyen, “de-da” eklerini doğru ayıramamış bile. Yalanlar, yanlışlar kabul görmeye başladığında artık nerede duracağımız belli olmaz.
Emre Dursun: Benim şahsi fikrim, dil hassasiyeti yoğun olan insanların bu soruda örnekleyeceğim ayrımı tespit edebilecekleri yönünde ama senin fikrini merak ediyorum: Dilde yanlış kullanım genellikle bilinçsiz bir hatadan mı kaynaklanıyor, yoksa bireylerin dilin doğruluğuna olan ilgisizliğinden mi?
Demet İskeçeli İş: Bak, tekrar edeceğim ve yanlış anlaşılmaya müsait de olsa bir şey ekleyeceğim: Öncelikle biraz önce de dediğim gibi, yöresel kullanılan dili asla kastetmiyorum. Ama belli genel geçer düşünceler, klişe olarak görülse bile Türkçe açısından doğru kabul edebileceğimiz kurallar vardır: Mesela standart, kurallı dillerin gramerinde bu kadar fazla ve nedensiz imlâ değiştirilmez. Bununla birlikte, Türkçenin en diyalektiksiz, en işlenmiş, en kıvrak biçimi İstanbul Türkçesidir. Bölgecilik değil bu. Kural. Üstelik hemen her dilde de buna benzer sınırlar vardır ve belli çizgiler çekilmiştir. Bizde de böyle. En azından TDK’ye (Türk Dil Kurumu) göre böyle.
Fakat bir yandan bakınca da “kelimeler canlıdır” diyoruz. Buradan hareketle eğip bükebiliriz de tabii. Tamam… Ancak belirli bir kesim “dil değişir” iddiasına tutunup dilde her şeyin mümkün olabileceğini savunuyor. Hayır! Cemal Süreya’ya mahsus bir selam ederek söyleyeyim: Bu anlayışla, yani dili kendi doğasına aykırı düşecek şekilde değiştirirsek, elimizde kalan parçalar ölü parçalar olarak kalır.
Emre Dursun: Yahu bir de, dil kullanımı ile ilgili en sorumlu davranmasını umduklarımızdan yiyoruz asıl darbeleri ya! Buna ne diyorsun ya da bir şey diyebiliyor musun?
Demet İskeçeli İş: Sorma… Diyeceğim ama madem sordun söyleyeyim dilim döndüğünce: Televizyondaki bir açık oturumda mesela, bir akademisyen birden bire “aynen öyle, aynen öyle, aynen, aynen” demeye başlıyor. Sanki biri zorluyormuş ya da başka bir çaresi yokmuş gibi. Adeta bir can havliyle! Söz dağarcığı bu kadar sığ mı? Nasıl akademisyen olmuş o zaman? Cumhurbaşkanını dinliyoruz, “İki üç tane kızımız, oğlumuz var,” diyor. Ta Tansu Çiller zamanında girmiş dilimize. Yahu, biliyorum buraya gelene kadar çok şey var ama en basitini söyleyeyim ben yine: İnsanlar için “tane” kullanılmaz. Hiçbir zaman ve hiçbir dilde kullanılmaz üstelik! “İki asker, üç kadın”… yeterli. Ama bak dilden dile, kulaktan kulağa yerleşiyor hemen. Denetleyen yok, kontrol edip düzenleyen bir kurum yok, başkanların danışmanları da bilmiyor, danışmanlar ayrıca kime danışıyor? Uzar gider… E kitaptan okusalar, oradaki yazımların da çoğu yanlış. Eksik cümleler, bozuk, delik deşik anlatımı olan uzun paragraflar… Araştırıyorsunuz, soruşturuyorsunuz neden böyle acaba diye, “Yazarın, şairin kendi seçimi” diyorlar. Yok öyle bir şey! Sözlükte, yazım kılavuzunda olmayan bir kelime türetmiş: “Aktrist”! Doğrusu, aktris. Var bu sözlükte. Şiirinde bir mısrada kullanmış üstelik. “Olmaz” diyorsunuz, size kafa tutuyor. Her şeye hakkı var ya şair, yazar diye, “O benim kendi seçimim” diye kendini savunuyor. Bak daha birkaç gün önce değerli bir yazar, Selahattin Özpalabıyıklar X’te bir şey yazdı da, çok hoşuma gitti: “Ben ‘klavye yoluyla/ aracılığıyla’ anlamında yarı şaka türetmiştim, kullanıyorum” diyor: “Klavyeten.” Sonra “1920’lerde ‘telgrafiyen’ sözcüğünün kullanıldığını gördüm, galat belki ama gayet güzel,” diye devam ediyor.
Bak başka bir yere geleyim: Konuşma ve drama dersi verip seslendirme yapan tiyatro oyuncusu büyüklerimin, “Çeşme’li, İzmir’li, Adana’lı” şeklinde yazdıklarını görünce de gerçekten üzülüyorum. Yani bu konumları itibarıyla kabul edilebilir değil. Bir de diksiyon ve entonasyon eğitimi veriyorlar üstelik. Sonra bir çevirmen, “Hiçbir güç bana ‘sağ ol’ yazdıramaz” diyor. Bitişik yazacakmış! Hadi bakalım! Dilbilgisinin kendilerinde başlayıp kendilerinde bittiğini yansıtan bir tutum bu. Tanımazlıktan geliyorlar. Hoş, TDK ve Türk Dil Derneği de aralarında anlaşamıyor. Dil Derneği “dilbilgisi” diye bitişik veriyor mesela, TDK “dil bilgisi” diyor. Ya da TDK’ye bakınca “Nezaketli” sözcüğünü almış sözlüğe ama “nazik” deriz aslında. Tuhaf çelişkiler bunlar. Haliyle tek bir kurumu, cenahı veya kişiyi suçlamak da haksızlık olur. İnsanlık tarihi, bir bakıma, içinden gül geçirenlerle diken geçirenler arasındaki çatışmanın, uzlaşmaz çatışmanın tarihidir diyesim geliyor. Dünya politikasına yön veren, vermiş ve vermekte olan da bu çelişik gül/diken düşüncesi değil mi?
Dili yenile, tamam… Yenileme diyen yok ama…
Emre Dursun: Dur bak, ben bunu yapıyorum arada, heyecanlı oluyor, şeytanın avukatlığına soyunayım biraz: Hani “dilin evrimi” denilen şey, yanlış kullanımı da içeriyor olabilir mi? Dil, değişen toplumsal yapıya uyum sağlamak adına bazı yanlış kullanımları kabul eder mi? Etmeli mi?
Demet İskeçeli İş: Dilde yenilik yaratayım derken korkunç bir yanlışlığa düşen yazarlar da var tabii. Yeni okuduklarımdan bir örnek verebilirim… Dur! Tamam, eski bir kitap olsa da vereceğim: 1974 yılının “Haşhaş” adlı romanındaki şu cümleye bakalım mesela. Karakter şöyle diyor: “Bugün için tröstleşen sermayenin anamalı, yarın ortak üretim aracı olacaktır.” Şimdi yine dur… Biraz bekleyelim bakalım biz söylemeden kim fark edecek sorunu? Sermaye zaten anamal demek. “Sermayenin anamalı”, oldukça sıkıntılı. “Saragöl” romanı var bir de: “Yukarıda dönen başını önüne indirdi, yürüdü.” Ne anladınız? Ben hiçbir şey anlamadım. Eninde sonunda şuraya varıyoruz: Dilde kulak duyarlığı, ses uyumu, yani müzik, en önemli ögedir bence. Şiirde olsun, düzyazıda olsun “kulak” birinci derecede önem taşır. Verlaine, boşuna dememiş: “Her şeyden önce müzik, yine müzik.”
Konuşmak için dilin dağarcığına gereksinim duyduğumuz doğruysa, dile giren her şeyin, kalıcı bir izlenimin ortaya çıkmasına yeterli olacak sayıda önce sözde denenmiş olması gerekir. Dil, sözce kullanılanın benimsenmesinden başka bir şey değildir. Ancak, araştırmacı bu yeni biçimin gerektiği gibi takdir edilmesi için yine özgün metinlere yönelecektir. Yine sosyal medya haber ağlarında ve televizyonda çok sık kullanılan bir kalıp var: “Bora Bey binaya GİRİŞ YAPTI./ Bora Bey binadan ÇIKIŞ YAPMAK üzere.” Yukarıdaki tanıma göre bu sesletim biçimi kabul gördü ki sürekli kullanılıyor. Özgün biçimi ise “Bora Bey geldi. Bora Bey binaya girdi, binadan çıktı.” Dilbiliminde bu sağlıklı matematiksel mantıktan vazgeçilebileceğini sanmak derin bir yanılgıdır. Tanımların yola çıktığı sağlam zemini hiçbir yerde göremiyoruz artık. Dilde bir fiziksel bir de zihinsel bir yan bulunur. Bu dili incelemek isteyen için apaçık olması gereken bir anlam taşır tanım. Dilbilimde “olacak”lar ve “bakış açısından”lar çok düşündürür. Tarık Buğra, bir denemesinde, “böbürleç” sözcüğünü kullanmış: “Sait Faik’in ayağının tozu bile olamayan böbürleçler!” (Çalakalem, s.191) Aslında hoş bir kelime. Ancak TDK’de yok. Haydi, diyelim, olsun. Yerleşsin, dönüşsün. Hani nerede? Kimseden duymadım.
Pek sık olmasa da sevgili Demet’le bazı noktalarda ters düşebiliyoruz. Bu noktalardan biri de yeni kelimeler türetme ya da tercihen veya bilinçli şekilde “yanlış” kelime kullanma meselesi. Turgut Uyar “silâh” yazar mesela: “biz silâh kuşanırız bize bir şey söyleme.” Nasıl söylenir? “İlâç” der, ki hem de nasıl, ikilemesini bile aynı formda yazarak: “ilâç milâç bok püsür şuramda bir şeyler var.” Muhakkak var! Ya, “filân”: “dikenleri kopardığın yerleri bir bahar filân sanırsan/ kürdistan’da ve muş-tatvan yolunda bir yer kanar.” İlla ki kanar…
Çetin Altan “salıncaklanma” diye bir şey uyduruvermiştir örneğin, duygu durumumuzdaki dalgalanmaları ve hissettiğimiz kimi heyecanları tanımlamak için: “İçimde o arzu coşkuyla salıncaklanmada…” Hadi bakalım! Bugün hemen hepimizin kullandığı “gerzek” kelimesinin mucidi kim dersiniz? Türk Sineması’nın en güzel aktrislerinden biri olan, Ayşen Gruda. Bu kelime, “geri zekalı”nın kısaltmasıdır aslında ve Gruda da “iki gözümüzün çiçeği”…
Marcel Proust Fransızcaya, William Shakespeare İngilizceye sayısız sözcük kazandırmıştır. Üstelik Shakespeare bu girişimi biraz abartmış ve yaklaşık 2000 kelime türetmiştir. Bugün, daha ziyade spor alanında kullanılan ama onun, etrafında huşuyla gezindiği “mertçe mücadele” meselesini anlatmak üzere kullandığı “fair play” (adil oyun) sözü, dile bizatihi kendisinin katkısıdır. Şimdi biz, oyunda ve dahi hayatın her alanında adil ve mert bir şekilde karşımıza çıkmayanlara “Gerzekler!” diye haykırsak, herhalde, yıkarız perdeyi eyleriz viran, değil mi!?
Ben çok konuştum, Demet’le yürüyelim:
Emre Dursun: Dil bilgisi ve doğru dil kullanımı eğitim müfredatında yeterince yer alıyor mu? Eğitimde dilin doğru kullanımı ile ilgili nasıl bir yaklaşım sergilenmesi gerektiğini düşünüyorsun?
Demet İskeçeli İş: Açıkçası bugünkü eğitim öğretim durumu ne halde, inan bilmiyorum. İlköğretimde veya liselerde hangi müfredata göre ders işleniyor bilmiyorum. Bir kez ortaya çıkmış ve süresiz olarak yuvarlanıp giden bir dil vardır herhalde. Öğretmenin tek amacı, gerçeği olduğu gibi belirtmek olmalı. Ama uygulanıyor mu, bilmiyorum.
Emre Dursun: Ben çok bağlantılı gördüğüm bir şeyi daha sormak istiyorum burada: Okuryazarlık düzeyi ile birlikte okuma oranı da artıyormuş gibi manzara var ama yanlış kullanım konusunda bir sorun daha var ki evlerden ırak… Üstelik çok yakın bir zamanda senin de bir sitemine denk geldim. Şöyle demiştin: “Kitap okumak benim yaşam biçimim. Ben okuyorum. Sen okuyorsun. E, o da okuyor karşımda. Peki, bu sözleri kim yazıp okuyor ve beğeniyor Allah aşkına, kim? Can Yücel’in olmadığı kesin de, nasıl bu kadar beğeni alıyor ona şaşırıyorum. Rezalet. Dava açmalı gerçekten!” Uzatıyorum biraz ama sahiden de öyle karakteristik yazar ve şairlere öyle anlamsız cümleler ve dizeler yakıştırılıyor ki, bu “okur görünürlük” diye bir izlenim yaratıyor bende daha çok. Bir imzaya aşina olan gerçek okurun bu hatayı yapması mümkün mü? En entelektüel görünenlerin bile düştüğü bu tuzağı sen nasıl değerlendirirsin?
Demet İskeçeli İş: Birkaç sene önce, şair Nevzat Çelik X’te bir dörtlük paylaştı. Hemen uyardım: Turgut Uyar’ın böyle bir şiiri yok! “Varsa hangi kitabında ve kaçıncı sayfa?” diye rica ettim. Cevap yok tabii. İnternette dolaşan, uydurulmuş sözler bunlar. Biliyorsun, bu tür söylemler çok fazla dijital ortamda: Can Yücel’in, Tomris Uyar’ın, Cemal Süreya’nın… Eğer gerçekten okuduysanız bu şairleri, onların tekniğinden, tavrından, mısrasından, sentaksından anlıyorsunuz zaten. Anlamalısınız! Onu geçtim, madem “ünlü” bir şairsiniz neden kitaplarından paylaşmıyor da internette güven olmayan şiirleri paylaşıyorsun? E, çoğu kişi senin paylaştığın yazıyı, çiziyi yeniden gönderiyor. Dolaşıma sokuyor (“retweet” ediyor) Bu şekilde yayılıyor hızla. Ben de kim olursa olsun takipten çıkıyorum böyle özensiz paylaşım yaptığı için. Semih Çelenk Hocam hiç yorulmadan, bıkıp usanmadan Can Yücel’e ait olmayan şiirleri tek tek bulup bir dosya haline getirdi. Mesaiye bakar mısın! Okumuyoruz! Yine çok değerli hocam Suha Çalkıvik, inanılmaz bir titizlikle, genel anlamda kullanılan yanlış sözlerin, fiillerin, cümle kuruluşlarının yapısını ortaya koyuyor her gün. Onun sayfasını takip etsinler lütfen. Necmiye Alpay, çok aktif olmasa da, onu da takip edip yazılarını okuyabilirler. Bu değerlerin, değerli hocalarımızın kıymetini bilmemiz gerekiyor.
Dili yanlış kullandığında kıyamet kopmaz tabii ama…
Emre Dursun: Peki dil ve siyaset ilişkisi üzerine neler söylersin?
Demet İskeçeli İş: Politikadan ne kadar uzağım bilsen. Bir o kadar da içindeyim tabii. Politik tutumları bir noktaya kadar yararsız buluyorum. Sonuçta siz istediğiniz kadar konuşun, bu yanlış deyin, yayınevlerinin kendi politikaları oluyor ve kendilerine göre düzenleyip değiştiriyorlar. Bugün, Türkiye’de bazı kelimeler, kalıp sözler ve sloganlar hükümranlığı sürüp gidiyor. Sorduğunuzda herkes seviyor Türkçeyi ama bir bakıyorsunuz resmî makamların, üniversitelerin, akademilerin, yazarların, şairlerin çoğu kendine göre, kendince seviyor. Sorbon’da, fizik dersinde, soruları pek güzel cevaplandıran bir öğrenciyi, iki Fransızca yanlışı yaptı diye döndürmüşler okuldan. Biz de, iki yüz değil, iki Türkçe yanlış yapan profesörlerin, uzmanların değiştirildiği günü görsek keşke. Ne güzel hayal değil mi! Dili yanlış kullanmaktan tabii ki kıyamet kopmaz. Fakat bozuk dilin bozuk düşünce demek olduğu da muhakkak. Haliyle, üniversitelerin, akademilerin birer yapı olmaktan, unvan dağıtımından başka bir anlamı da kalmıyor.
Emre Dursun: O zaman şöyle deşeyim: Kürt, Ermeni, Rum, Yahudi olup da Türkçe yazan ve bu konuda müthiş bir hassasiyet gösteren yazarlarımız, şairlerimiz var. Bunların içinde de sol görüşlü insanlar yoğunlukta… Ancak mesela, onlara bir iltifat ile yaklaşanlar dil konusunda özenli davranan başka insanları milliyetçilikle itham edebiliyorlar. Sence dilin doğru kullanımı için illâ milliyetçi bir yaklaşımı gerekir?
Demet İskeçeli İş: Türkçe kendisini korumasına koruyor da, bu yolda tüketiyor bütün çabasını; gelişmeye, güzelleşmeye, zenginleşmeye ayıracak gücü pek kalmıyor. Çoğu kişi ve kuruluşlar…Eğitim Bakanlığı bile Türkçeye karşı sorumsuz, denetlemesiz. Aklına estiği veya yatkın geldiğince davranıyor. Dijitalde de bu böyle. Yeni bir şey yapılmaya, üretilmeye görsün, gül gibi Türkçesi dururken bakıyorsunuz İngilizce mi olur, Fransızca mı, güm diye yabancı bir kelimeyi de yanında getirmiş. Tamam, “Türkçesi yok mu bu tanımın” diyenler oluyor ancak bazı kelimelerin Türkçe karşılığı, orijinal anlamını karşılamıyor. “Post-truth, gaslighting, metamodernizm” ya da adı her neyse bu tür isimlerle yazıp çiziliyorlar. Yeni bir şey istiyorsan da yöresel bir kelime yarat, zamanla ölçünlü bir dil olsun, yaşasın. Misal, şair Yücel Kayıran’ın “Çalgın” adlı kitabında bir mısra şöyle: “Çiçeklerin dalına çibeldiği…” Harikulade bir sözcük. Çibelmek. Şımarmak anlamını içeriyormuş. Her neyse. Konumuza dönelim:
Uzun bir süredir “Türk edebiyatı, Türkçe edebiyat, Türkiyeli okur” gibi terimler kullanılıyor. Aslında, Nermin Uygur’un bir epigrafı geldi aklıma: “Dil nedir peki? Kimse bana sormayınca, biliyorum. Birine açıklamaya kalkınca da bilmiyorum.” Öncelikle şunu belirteyim. Benim davam, dili iyi ve doğru, güzel kullanmaktan başka bir şey değil. Biri “Türkçe edebiyat” demiş, diğeri “Türk edebiyatı” sorun değil. Yerine göre olabilir de. Çünkü “dil ırkçılığı” içinde düşünmüyorum ben. Kürt, Türk, Yunan, Rum…benim için hepsi insan. Ve Sait Faik’in dediği gibi, “Anlaşıldı, bayrakları değil, insanı seviyorum ben.” (Robenson, s. 107.) Ben, Türk edebiyatı demeyi seviyorum. Halikarnas Balıkçısı, eserlerinde seslenmelerle, sorularla, benzetmelerle, şakalarla dolu, canlı ve zengin, “kitabilikle” ilgisi olmayan bir yazı dili ve konuşma dili kullanır. Vurguladığı şey, cömertlik, cesaret, dürüstlük, içtenlik, merhamet…Ve doğayı, Osmanlı edebiyatındaki simgesellikten kurtarmış, ona deneyimin yeni gözüyle bakılmasını sağlamıştır. “Hayat, bir yerde değil, insanda olur” der. Yine Sait Faik’e geleceğim; öyküsünün başkarakterleri sırf Rum olduğu için, bu öykünün, “Türk milli menfaat ve hislerine yeterince hitap etmediği” imasıyla karşılaşır. Bunu öğrenen Sait Faik, yayıncıdan küçük bir adanın (Burgazada) balıkçılarını ve kendisini rahat bırakmalarını isteyerek öyküsünü dergiden çeker. O öyküsünü de, Varlık dergisinde, Yaşar Nabi yayımlar. Evet, hal böyleyken, Yaşar Kemal, “Bu Bir Çağrıdır” adlı kitabında Türk edebiyatı derken ben ne diye “Türkçe edebiyat” diyeyim? Neden “Türkiye edebiyatı” diyeyim? Ulusalcı değilim. Faşist değilim. Ayrımcı değilim. Sürekli “dil değişir, evrilir” düşüncesinden başka bir açıklamaları da yok. Talat S. Halmanlar, Pertev Naili Boratavlar, Berna Moranlar, Orhan Veliler… Türk edebiyatı demişken, Süha Oğuzertem bir kitapta, “Modern Türkçe Edebiyatı” diyerek noktayı koymuş. Acaba öyle mi? O da onun tercihi, fikri. Ama o zaman çok basit olarak şunu sorarım: Türk kahvesine ne diyelim? Türk Dil Kurumuna? Türk Halk Müziğine? Türk filmine? Hoş, bir kesim aydın, “Türkiye sinemasında” demeye başladı bile. Ama şu var: Eğer Fransız edebiyatına “Fransız edebiyatı” diyorsan Kürt edebiyatına “Kürtçe edebiyat” diyemezsin! Ona neden “Fransız” diyorsun o zaman? E, hani “Türkçe edebiyattı?” Sana göre “Fransızca edebiyat” olmalı. Ama hayır, Kürt edebiyatı dememek için “Kürtçe edebiyat” diyor. Yine Süha Hocanın kendisi yazmış Yaşar Kemal için. “Cumhuriyet denen insanlık ülkesinin bir simgesi olmuştur,” der: “Ana dili Kürtçedir, fakat Türkiye’de ve dünyada Türkçenin bir mucizesi olarak tanınmıştır.” Bana göre de Türk dilinin bir mucizesidir. Aslında, doğru tarih yazıcılığı arayışıyla ve salt siyasal metin olarak yaklaşmak, bu örnekte de olduğu gibi ciddi haksızlıklara yol açabiliyor.
Kafka’nın dili Çekçeyken o da tamamen Alman dilini benimsedi. Feyyaz Kayacan 1966 yılında, Yeni Ufuklar dergisinin düzenlediği bir soruşturmada, bu tartışmaların yersizliğini vurgular: “Sığınak Hikâyeleri çıkmaya başladığında dergilerde yazılar çıktı. Kayacan bir Türk yazarı değil, Türkçe yazan bir İngiliz öykücüsüdür, denildi. Neden, çünkü öykülerin konusu savaş yıllarındaki İngilizlerin yaşamıymış. Hiç de öyle değil. Ben bu öyküleri, özlemleri dile getirmek, Türklüğümü belirli kılmak için yazdım. Pierre Loti’yi hiç sevmem ama, Loti’yi Türkiye üstüne betikler yazdı diye Türk yazarı mı sayacağız? Shakespeare, Romeo ile Juliette’i yazarken bir İtalyan yazarı mıydı?”* Yine bir yerde okumuştum: Amerika ilk Atom denemesini yaptığı zaman, haberi alan Fransız Dil Akademisi vaktin gece olmasına rağmen toplanmış ve bu olayın getireceği ve getirdiği terimlerin Fransızca karşılıklarını bulmak, bu işi de onlar halka intikal etmeden yapmak kararını almış. Dil sevgisi ve bu sevgiyi hak etmek işte budur. Atatürk’ün kurduğu ve kurucusunun sevdiği her şey gibi dilimizi de sevmeliyiz.
Emre Dursun: Hem eğlenceli hem de bıçak sırtı bir yere geleceğim: Argo ya da küfür. Gündelik dilde ya da edebiyatta bu kullanımlar hakkındaki özel ve genel değerlendirmelerin nasıl olur?
Demet İskeçeli İş: Yine Sait Faik’ten örnek vereceğim. Yıllar önce, Cumhuriyet gazetesinde bir eleştirmen şöyle yazmış Faik’in kitapları hakkında: “Sait Faik, aşağı tabaka insanlarını canlandırıyor, kişilerini konuştururken argo kullanıyormuş”! İlk eleştiri bu. Sait Faik’in tipleri “besleme kızlar, kandıran adamlar, derse uğramayan üniversiteli delikanlılar, aptalımsı ve beceriksiz orta yaşlılar. Dekorları da, balıkçı kahveleri, meyhaneler, rıhtımlar, kaldırımlar, mezarlıklar…” Ve eleştirmen bunlara kötü gözle bakıyor! İnanılır gibi değil! Günlük yaşamda “argo” kullanılıyor. Ve sürekli küfreden bir balıkçıyı, ya da apartman görevlisini “salon Türkçesiyle” konuşturamazsınız. Çünkü inandırıcı olmaz. Çoğu romanda da var argo, küfür, cinsellik… Hepsi hayatımızda olan şeyler. Çok normal. Sosyal medyada ise direkt belaltı küfürler ediliyor. Kadın özneli. Random gülüşüyle beraber harflerle sövüyorlar: Ak, amk, aq vs. Sövmek daha doğru bir kelime gibi geliyor bana. Argo başka bir şey. Hulki Aktunç’un, Büyük Argo Sözlüğü var, misal. İnceleyin lütfen. Tam 11 tane argo tanımı var kitabın başında. Ayrıca ikiye ayırmış, Alan Argosu ve Genel Argo olarak. Onları da kategorilere ayırmış: Hırsız argosu, kumarbaz argosu, yatılı okul argosu, öğrenci argosu diye. Can Yücel’in bir şiiri var: Kolaycının Değil, Kalaycının Kontıra-Anti Hümanizmi. Orada geçer: “İnsanlığı sevmiyorum/Fatma, Kamil bana yeter./ Tek eyalimle kalayım./ Gerisini kalaylayım.” Anlamı da nefis bu şiirin. Günümüz için yazılmış adeta. Çok yakın bir zamanda yaşandığı için şu örneği verebilirim: Ferdi Tayfur’un cenaze töreninde, kızları birbirine küfrettiler resmen. Hem de tabutunun başında. Böyle şey olur mu hiç? Maalesef bu duruma geldik işte. Hemen herkes aynı yayın organlarından geçiyor. Hızla yayılıyor haliyle. Bu anlamda çok sevmiyorum interneti. X’te çok güzel bir cümle kurmuş birisi. Nefis bir gönderme. Fakat bir bakıyorsunuz cümlesinin yanında kısaltmalarla küfretmiş. Küfür içselleştirilmiş durumda bugün. Küfürsüz yazamıyorlar. Kadın, erkek fark etmiyor üstelik. Hiç hoşlanmadığım bir kalıp var: “Bana mı yürüyorsun? Sen bu kıza mı yazıyorsun?” Nerede flört etmek? Hani sevgilisiyle, sevdiceğiyle buluşmak?
Emre Dursun: İnsanlar, sosyal medya üzerinden paylaşılan yazıları ne kadar eleştirel bir bakış açısıyla okuyorlar? Okuryazarlığın sosyal medya üzerindeki etkileri nasıl bir yöne doğru evriliyor?
Demet İskeçeli İş: Bu soruda Tolstoy örneği geldi aklıma. Tolstoy, romanlarına, öykülerine bıraktığı yerden devam etmeden önce, her sabah yüksek sesle Stendhal’dan on-on beş sayfa okur, Fransızcanın düzenli, mantıklı, uyumlu, renkli sesler dünyasından dolu dizgin atlarmış anadilinin anlatım zenginliğine. Sonra da yazdıklarını bağıra bağıra okurmuş. Güzel yazabilmenin bir anahtarı olmalıydı bu örnek. Yazı yazan kişinin, her gün, yerli yabancı yazarlardan, şairlerden en az birkaç sayfa okumayı, sonra da kendi yazdıklarının yankısını kulaklarında denemeyi vazgeçilmez bir alışkanlık edinmesi gerek. Güzel yazdığımı iddia etmiyorum ama ben de böyle çalışıyorum. Ahmet Hâşim’in şiirinden, Nurullah Ataç dilinden, S. Eyuboğlu anlatımından geçmeden, hem de yüksek sesle geçmeden, zor kullanır insan Türkçeyi tadı tuzuyla. Şunu demek istiyorum: Gerçekte okumuyoruz! X’te ya da Z’de paylaşılan uzun yazıları, denemeleri, makaleleri de okumuyoruz. Ancak yakın tanıdığımız bir yazarın, şairin yazısını üstünkörü okuyup geçiyoruz. Aslında kitap alanlar da azaldı. Hem çok pahalı hem de özelliklerini bilmiyorum ama “kitap okuma tableti” çıktı. Çoğu kişi “Kindle”dan okuyor. Bense hâlâ Oktay Rifat’ın Bir Kadının Penceresinden adlı romanı şipariş veriyorum sahaftan. Yeni çıkan bir romanı, bir şiiri de okuyorum. Ama -eski kalıplar içinde- yepyeni bir anlatım, büyüleyici bir imge zenginliği, ulaşılması güç bir ses ve uyum tazeliği getiren 50 kuşağı öykücüleri ve şairlerini okumayı tercih ediyorum.
Bugün Türkiye’de gözünü kırpmadan, peynir ekmek yer gibi sürekli yalan yazan, çizen haber kanalları var. Dahası, bu “haberlere” inanıp onların sözleriyle hareket eden “aydın kişiler” de var. Üstelik böylelerine bir fakültede, bir okulda da rastlayabilirsiniz. O halde?.. O haldesi, şu haldesi yok bu işin. Ortada bir eğitim davası var. Okumayı bir okul, bir diploma işi sayanlar çoğunlukta. Diplomayı aldıktan sonra meslek kitaplarına bile sırt çevirenler var. Hazin şey doğrusu. Yabancı bir ülkenin doktoru, öğretmeni, elektrikçisi veya tamircisi boyuna ara açıyor. Biz bir yeniye alışmaya bakarken, o, bizim yenimizi çoktan eskitmiş oluyor. Ümit kırıcı bir durum.
Biz ümitlerimizi yeniden ve yeniden tazeleyerek tutunacağız her dala. Demet böyle dedi. Ben biraz daha başka. Sen, ey okuyan, üzerine neler katacaksın, kim bilir… Ama güzel olan da böylesidir zaten. Mesela, onca sevdiğimiz şair ve yazarlara ait olmayan dizeleri, cümleleri onlar adına paylaşanlara kızıyoruz ya, şöyle bitirelim mi “Palyaço”?
Turgut Uyar’ın “Palyaço” diye bir şiiri yok, ama “Palyaço”nun Turgut Uyar diye bir şairi var artık ister istemez.
Söz konusu şiiri Turgut Uyar’a atfedenin, şiirin sahih şairi olması tuhaf yine de. Kendini, kendi isminden aşağı atmak, güzel bir intihar biçimi bence. “Kaç kişiyi öldürdüm düşlerimde” diye soruyordu şiirinin başında. Bunu bilmiyoruz ama galiba kendisinden başlamış.
Keşke her manipülasyon bu kadar masum olsa. Geri kalan, cehalet. “Üstü kalsın.”
*Jale Özata Dirlikyapan – “Kabuğunu Kıran Hikâye Türk Öykücülüğünde 1950 Kuşağı“