8 C
İstanbul

Celal Başlangıç: Çözmek İstiyorsan Çözecek Yol Bulursun

Yayınlanma tarihi:

3 Mayıs 2024’te kaybettik Celal Başlangıç’ı. Bir yaşam biçimi olarak benimsediği gazetecilik mesleğinin Türkiye’deki yüz aklarından biriydi. Ocak 2016’da, ölümünden 8 yıl önce uzun bir söyleşi yapmıştım Celal Başlangıç ile. Kısa süreli bir bahar havasının ardından Çözüm sürecinin çöktüğü, ardı ardına büyük acıların yaşandığı sert bir dönemdi. Celal Başlangıç’ın, o dönemde yaşananları son derece duru bir bakış açısıyla tane tane anlamamızı sağlayacak bilgileri paylaştığı bu söyleşi, aradan geçen uzun zamana rağmen hala ilginçliğini ve güncelliğini koruyor. Bugün yaşamakta olduğumuz yeni sürece ilişkin bir tür hafıza tazelemek adına Celal Başlangıç ile gerçekleştirdiğim söyleşiyi 9 yıl sonra yeniden hatırlamakta yarar görüyoruz. 

Okuyucunun, söyleşinin yapıldığı 2016’daki durum ile bugün, 2025 yılı arasında yaşanan gelişmeleri hatırlayabilmesi ve aradan geçen 9 yıldaki gelişmeler üzerinden bugünü daha kolay anlamlandırabilmesi için orijinal söyleşi metninin içerisine “Ne Olmuştu?” notları serpiştirdim.

Celal Başlangıç’ın rüyası bu coğrafyaya barışın kalıcı biçimde egemen olmasıydı. Dilerim o düş er ya da geç gerçekleşir… Anısına saygı ve özlemle…

Sinan Dirlik, Mart 2025

Gazeteciliğe henüz öğrencilik yıllarında, 1975’te başlayan Celal Başlangıç, Ege Ekspres, Demokrat İzmir Gazetelerinin ardından 70’lerin sonlarına damgasını vuran efsanevi Politika Gazetesi’nde çalıştı. Bizim kuşak için “Cumhuriyet’in Cumhuriyet olduğu yıllarda”, 1981’de muhabirlikten yazı işlerine, çeşitli sorumluluklarda 1994’e kadar görev yaptı.

90’lar Kürt illerine kâbus gibi çöktüğünde ve dönemin gazete ve gazetecileri derin bir sessizliğe gömüldüğünde o, bölgeyi 1982’den beri en iyi takip eden ve tanıyan gazetecilerin başında geliyordu artık… 88’deki Halepçe Katliamıyla yaşanan büyük göçten, 89’da Yeşilyurt köylülerine dışkı yedirilmesine kadar her önemli olayı nerede olursa olsun, Celal Başlangıç’ın haberlerinden takip ettik.

Meslekte 40 yılı geride bırakan Celal Başlangıç, Türkiye medyasında artık örneğine çok az rastlanan saha gazeteciliğinin en başarılı temsilcisi olarak hâlâ bölgenin nabzını en iyi tutan isimlerin başında geliyor. Kendi deyimiyle “tarafsız değil ama kesinlikle objektif gazetecilik yapan” Celal Başlangıç’la kaçınılmaz olarak Türkiye medyası üzerine ama ağırlıkla Cizre’den Silopi’ye, Nusaybin’den Sur’a bölgede olup bitenler üzerine kapsamlı bir söyleşi yaptık.

Düz bir adam Celal Başlangıç. Sözcüklerini sakınmadan, hızlı ve coşkulu bir tonda, adeta yaşayarak anlatıyor olup bitenleri. Karşımdaki adamın gözlerinde, 41 yıllık bir emek ve birikimle ilgili en küçük bir ego kıvılcımı yok. Onun yerine bilgisini gerçekten samimi bir cömertlikle paylaşma telaşındaki bir gazeteci yaklaşımı var.

Önümüzdeki günlerde yeni bir kitapla karşımıza çıkmaya hazırlanan Celal Başlangıç ile 7 Ocak akşamı Mecidiyeköy’de küçük bir cafede buluştuk. 2 saat süren sohbetimizde itiraf ediyorum, tamamen kendime çalıştım:) Yıllardır sormak istediğim, bilmek istediğim ne varsa sordum. Siz sevgili okuyucular için de hiçbir kolaylığa yer vermedim. Yani bu, öyle “azıcık başından, azıcık ortasından, azıcık sonundan” okuyup, içinden çıkabileceğiniz bir sohbet değil.

Çok önemli şeyler anlattı Celal Başlangıç. Çözüm sürecinin çöküşünü Suruç katliamından 2 gün sonra, 22 Temmuz’da gerçekleşen 2 polisin öldürülmesinden çok daha öncesine bağlıyor… Başlangıç’a göre her şey, Ekim 2014’te uygulamaya konan bir planın tezahürü…

Hayır, hayır, heyecanlanmayın! Filmin sonunu söylemeyeceğim… Küçük bir sır vereyim, “bitti” yazısını gördüğünüz yerde de bitmiyor aslında… Keyifli okumalar…

Sinan Dirlik, İstanbul, Ocak 2016

Sinan Dirlik: Siz uzun yıllar içerisinde sahada olgunlaşan çok önemli bir gazetecisiniz. Arada geri çekilip mutfağa geçtiğinizi de gördük. Türkiye’de artık neredeyse saha gazeteciliğinin ortadan kalktığı bir iklimde sizi mutfağa çeken ne?

Celal Başlangıç: Aslında kişisel tercihim her zaman sahadır. Hatta yazı işlerini pek de fazla sevmem ama… (Gülümsüyor) Meslek hayatımın 41. Yılında bir gazeteci olarak hem yazı işlerinde hem sahada verimli olabildiğimi de söyleyebilirim.

Sinan Dirlik: Bu biraz “kariyer” gibi mi algılanıyor? Sanki muhabirlik mesleğin çömezlik döneminin işiymiş, belirli bir tecrübe ve yaştan itibaren de işte yazı işlerine, köşe yazarlığına falan geçilerek “terfi edilirmiş” gibi bir algı mı oluşuyor?

Celal Başlangıç: Evet, Türkiye’de böyle yanlış bir anlayış var. İyi muhabirlik yapan birini hemen alıp şef, müdür yaparlar. Hâlbuki bu, bence bir muhabire yapılan en büyük kötülük. Ha, bir başka yanlış anlayışımız da muhabirliğin gençken yapıldığı. Dediğin gibi, yaş ilerleyince yazarlığa geçersin ya da masa başına geçip şef, müdür olursun. Yurt dışında ise durum böyle değil. Bazen Avrupa’dan, ABD’den 70 yaşında muhabirler geliyor. Bunlar konunun uzmanı muhabirler.

Sinan: Üstelik hayli spesifik alanlarda uzmanlaşırlar…

Celal Başlangıç: Kesinlikle! Batıda mesela “Ekonomi muhabiriyim” dediğinizde hemen sorarlar, “hangi alanda? İthalat ve ihracat mı, finans mı?” diye. Türkiye’de gazetecilik yeterince uzmanlaşmadığı; hoş, uzmanlığa da değer verilmediği için başka türlü yürüyor işler. Mesleğin geldiği noktada zaten artık uzmanların haberlerine falan da ihtiyaç yok. Ne kadar az haber getiriyorsan, o kadar “makbul gazeteci” oluyorsun. Benim, “haber getirip başımı belaya sokma” diyen genel yayın müdürü görmüşlüğüm de vardır yani… Tabii durum böyle olunca, ülkede yazı işleri de önemli. Fakat ben çok iyi değerlendirmesi olan bir yazı işleriyle, tek temel ölçütü gazetecilik olan bir yazı işleriyle, muhabirlik yapmayı tercih ederim.

Sinan Dirlik: Mutfakta nasılsınız peki. Siz “hayal ettiğiniz yazı işlerini” yapabildiniz mi?

Celal Başlangıç: Kısmi olarak yaptım. Sonuçta gazeteci olarak devamlı “nasıl bir gazete olmalı?” diye hayal kuruyorsunuz. Muhabir olarak haberi geçerken, “bu haber nasıl koyulmalı, nasıl değerlendirilmeli?” diye kendi haberinizin hayalini kuruyorsunuz. Sonra gazeteyi görünce “ben bunu böyle yapmazdım” diye başlıyorsunuz bu işe. Sonunda işte bazen fırsatlar oluyor, “buyur gazeteyi yap” diyorlar. Bu da bir tercih… Bazen sıfırdan gazete kuruyorsunuz, oluşum sürecine katılıyorsunuz, onun da heyecanı farklı. O anlamda yazı işleri de muhabirlik de çekici ama tekrar söylüyorum, benim tercihim muhabirlik. Ha bir de şu var; yazı işlerine girersiniz başaramayabilirsiniz. Ya da müdür olursunuz, yarın altınızdan o koltuğu alırlar ama bir tek şeyi, muhabirliğinizi elinizden alamazlar. Şimdi hele ki internet varken… Muhabirlik bence insanın elinden alınamayacak çok özel bir meslek.

Sinan Dirlik: Yazı işlerinde sınırlayıcı olan şey ne? Nasıl bir süreç işliyor orada?

Celal Başlangıç: Valla bu hangi döneme göre sorduğuna bağlı olarak değişir. Geçmişte o Kemalist-devletçi anlayışın yapısının getirdiği bir şekillenme vardı. Aşağı yukarı 80’lere kadar böyle geldi. 12 Eylül şartları zaten en sınırlayıcı şartlardı. Orada en utanç verici iş “gazeteyi kapattıran adam” olmaktı. Yazdığı yazıyla ya da yaptığı sayfayla, attığı başlıkla…

Sinan Dirlik: Mayın dolu denizde tekneyi yüzdürüp gazeteyi kapattırmamak lazımdı yani?

Celal Başlangıç: Tabii! 90’larda ise en sınırlayıcı olan patronun çıkarlarıydı. Patronun hangi alanda yatırımı varsa o alana değinmemek lazımdı. Ki böyle çok çamlar devrilmiş, patron aleyhine çok işler yapılmıştır. Ya da öyle bir sansür uygulanmıştır ki, patron “ya verin kardeşim şu haberi” dese bile aşağıda çalışanlar “aman patrona zarar gelmesin” diye vermemiştir. Özellikle ekonomi servisinde çalışan arkadaşların haber yaparken, acaba patronun bu ekonomi alanında hangi yatırımı vardı, acaba şu alanda yatırımı var mıydı diye kendilerine alan aradıkları zamanlara tanık olduk yani. Tabii AKP iktidarıyla durum daha da başka türlü değişti. Artık tek tip gazetecilik var. Nasıl “tek bayrak, tek devlet, tek millet”, şimdi “tek başkan, tek gazete” anlayışı egemen. Burada da başka kırmızı çizgiler var.

Sinan Dirlik: Gazeteciler her yeni döneme uyum sağlamayı öğrendiler galiba değil mi?

Celal Başlangıç: (Gülüyor) Zaten genellikle o konuda yetenekleri vardı, gözlüyorduk onu. En zor uyum sağlanacak dönem buydu ama buna da çok başarılı şekilde uyum sağladılar.

Sinan Dirlik: 80’leri, 90’ları gördük. Bir kıyaslama yapmanız gerekirse, gazeteciliğin en yoğun saldırı altında olduğu dönem hangisi sizce?

Celal Başlangıç: Gazeteciliğin tümüyle ortadan kalktığı dönemdir bu. Biliyorsun, Mehmet Ali Yalçındağ geldi Hürriyet’in başına. Hemen yazarlarla, çizerlerle bir toplantı yapıp 4 tane kırmızı çizgi açıklamış. Daha sonra da daha dar kadrolu bir toplantı yapılmış. Kimse de gıkını çıkartamamış ve şartlara boyun eğmiş. Bunu aktaran arkadaşın söylediğine göre Yalçındağ,  “40 yıllık yandaşım, bu başlığı ben bile atamam” diyerek Ahmet Hakan’a “oğlum sen bu işi yanlış anlamışsın. Yandaşlığın da şartları vardır, baştan öyle olacaksın ama ikide bir dönmeyeceksin. Sen yandaşlığı bilmediğin için yalaka olmuşsun, topaç gibi dönüyorsun, rüzgarından zatürre olacaksın” demiş. Artık iş bu noktaya geldi.

Sinan Dirlik: Sizin efsane bir yazınızı hatırlıyorum. Şimdi o geldi aklıma: “Sen bir Mehmet Barlas değilsin..” 🙂

Celal Başlangıç: 🙂 E iş bu noktaya gelmiş durumda. Gazeteciliğin ilkelerini say desen sayamazlar ama yandaşlığın ilkelerini sayabiliyorlar. 80’lerin sıkıntıları malum, 12 Eylül, baskıcı dönem. İktidarın sermayenin, holdinglerin eline geçtiği 90’larda ise durum değişti. Gazetesi, televizyonu olana bir de devlet ihalesi verilir oldu. Şimdi bu dönemde ise devletten ihale alana, yanında birkaç televizyon falan veriyorlar. Durum tamamen değişti yani. Gerçi kâğıt üzerinde onlar görünüyorlar ama o mülkiyetlerin de gerçekten onlara geçip geçmediğini bilmiyorum. Çünkü bir yayın kuruluşunun mülkiyeti önce TMSF’ye düşürülüyor, sonra ihalesi açılıyor. Ardından da televizyondu, gazeteydi dağıtımı yapılıyor. O da olmuyorsa, gazete patronu biat etmiyorsa, holdinge kayyum atanıyor, gazeteyi kayyumlar çıkarıyorlar. Bu rezillik herhalde dünya basınında görülmemiştir. Hani belli ülkelerde böyle rezil bir çizgiden başlayıp makul bir seviyeye gelmiştir belki ama… Türkiye’de 70’lerde, bugüne göre en azından bir düzey, bir çizgi vardı. Bugün gazete diye çıkarılan şeylere gazete demiyorum. Zira bunlar kirli ve beceriksizce hazırlanmış iktidar bültenleri.

Cizre’de genç gazeteci ile Avrupa’dan gelen gazeteciler arasında büyük bir delik var: Türkiye’deki Gazetecilik

Sinan Dirlik: Söyledikleriniz aslında pek çok kişinin, içinde bulunduğumuz aşırı siyasallaşma zemininde söylediği şeyler. Evet bir havuz medyası var. Onun karşısında da tırnak içerisinde muhalif bir basın var tamam. Peki bu kutuplaşmanın içerisinde gazetecilik nerede kalıyor?

Celal Başlangıç: (Gülerek) Gazetecilik hiçbir yerde değil! Çünkü Gazetecilik diye bir şey kalmıyor. Gazetecilik aslında bir tür muhalifliktir. Muhalefet olsun diye muhalefet yapılmaz ama gazeteciliği gazetecilik gibi yaptığınız zaman buradan bir muhalefet çıkabilir.

Sinan Dirlik: Duruş olarak?

Celal Başlangıç: Tabi! Zaten iktidar gazeteleri hiçbir zaman şimdiki gibi satmamıştır. Gelinen noktada gazetecilik yapılacak alan da bırakılmıyor artık. Şöyle bir tercihe zorlanıyorsun: ya yandaş olacaksın ve iktidar ne derse onu yapacaksın. Gerekirse yalan yazacaksın. Şimdi mesela bir bölgede olaylar yaşanıyor değil mi? Oraya doğru dürüst gazete muhabiri gitmiyor ki? Anadolu Ajansı’nın servis ettiği aynı haberi 6 farklı gazete aynı başlıkla basıyor. Üstelik yalan üzerinden kurgulanıyor. Böyle bir yerde gazetecilik yapmaya ihtiyaç yok ki? İktidar sana servis ediyor, sen de basıyorsun. Zaten varlık sebebin iktidara bağlı. Bunlar şimdi resmî gazetenin renklileri gibi

Sinan Dirlik: Muhabire de ihtiyaç yok o zaman?

Celal Başlangıç: Tabi yok! Zaten gazetelerin muhabir sayısı sıfırlandı. Şöyle bir örnek vereyim. 1 Kasım seçimlerinde ben Cizre- Şırnak- Silopi’deydim. Bir oyu heba ettim gittim. Çünkü sandıkların taşındığı tek yer Cizre’deydi, görmek için gittim. Kürt medyasından genç gazeteciler vardı. Dicle Haber Ajansından, İMC TV’den, Evrensel ’den falan… İstanbul’dan, Ankara’dan, ya da Türkiye’nin başka herhangi bir yerinden giden tek gazeteci bendim. Ha bir de Fransız, Alman ve İngiliz gazeteciler vardı. Oradaki yerel ve bölgesel gazeteci arkadaşlarla, Avrupa’dan gelen gazeteciler arasında koskocaman bir kara delik var. İşte bu kara delik şu anda Türkiye’deki gazeteciliğin olduğu yer. Bundan sonra Ortadoğu’daki savaşlarda çıkacak en iyi savaş muhabirleri o bölgeden, Kürt gazetecilerden çıkacak. Çünkü, 20-25 gündür bombardıman altındaki kentlerde, hendeklerin arkalarında gazetecilik yapıyor çocuklar. Öyle polislerin zırhlı araçlarında falan değil..  Tam anlamıyla savaş muhabirliği yapıyor ve haber yetiştiriyorlar. Tabi Kobane’de, Şengal’de de yaptılar. Bu iş yayılıyor giderek. Oradan çok iyi gazeteciler çıkacak ondan eminim. Ama savaş muhabirleri çıkacak! Çünkü Türkiye bu şartlarda barış muhabiri üretemez.

Sinan Dirlik: O zaman barış gazeteciliği diye bir şey söz konusu olamayacak gibi?

Celal Başlangıç: Açıkçası benim kafamda barış gazeteciliği zaten tartışmalı bir süreç. Akademik, mesleki çalışmalar falan var, bunları mümkün olduğu kadar izlemeye çalışıyorum. Altı doldurulmaya çalışılıyor barış gazeteciliğinin ama bu bana biraz “araştırmacı gazetecilik” gibi lafzi geliyor. Gazeteci zaten araştırmacı olur? Araştırmayan, soruşturmayan adam gazeteci mi olur yahu?  O yüzden bana çok şey geliyor…

Sinan Dirlik: Çok akademik, çok entelektüel bir arayış gibi mi geliyor?

Celal Başlangıç: Altı boş geliyor. Altı akademik zorlamalarla doldurulmaya çalışılıyor gibi geliyor. Gazeteci zaten barıştan yana olmalı ki kendi işini yapabilsin.

Sinan Dirlik: Tamam da şu anda çok keskin biçimde hamaset gazeteciliği yapılan bir ortamda barış gazeteciliğinin bir değeri yok mu sizce?

Celal Başlangıç: Gazeteciliğin değeri var! Gazeteciliğin kendisi bizatihi barış gazeteciliğidir. Gazeteciliktir sadece. Önüne ya da arkasına başka bir şey takmak gerekmiyor bunun. Mesela şöyle tanımlanıyor ya, “halk gazeteciliği” falan. Yahu zaten odur? Bir şey eklemeye gerek yok. Bu işte en politik adam, gazeteci olmadığı halde gazetecilik hakkında en doğru laflar eden adam bana göre, Lenin’dir. “Ne Yapmalı?” kitabının, Sol Yayınları çevirisinin 26. sayfası yanlış hatırlamıyorsam… Orada 1917 devriminden önce Kıvılcım Gazetesi muhabirlerini topluyor ve diyor ki, “bana gerçeğin ta kendisini gönderin haber olarak. Çünkü gerçeğin ta kendisi bizatihi devrimcidir!” Bak bu benim gazeteciliğimde çok etkileyen bir şeydir. Gerçeğin bizatihi kendisi devrimcidir!

Sinan Dirlik: Pardon ama gerçek aynı zamanda eğilip bükülen bir şey? Devrim kurumlaştıktan sonra, Iskra gazeteciliğinden rejimle bütünleşen Pravda gazeteciliğine geçişin sonuçlarını da biliyoruz?

Celal Başlangıç: (Gülüyor) Tamam o da doğru ama… Muhalefetteyken daha doğru yaklaşırsın. İktidara gelince gazetecilikle ilişkiniz bozuluyor, başka türlü bir şey oluyor. Gazetenin önemli bir yazarı, yaptığım gazeteden rahatsız olunca dedim ki “haber benim namusum! Onunla oynamam. İdeolojime ters de olsa oynamam. Hayatın gerçeği sizin ideolojinize uymuyorsa siz ideolojinizi hayatın gerçeğine uydurun. İdeolojinize de iyilik yapmış olursunuz!”.

Sinan Dirlik: Sertmiş! (Gülüşmeler)

Celal Başlangıç: Tabii… Bak haber benim namusum. Onunla oynamam.12 Eylül öncesinde, o zamanlar Politika Gazetesi vardı, Politika’da çalışıyordum, eski TKP’nin çizgisinde bir gazeteydi. Ben İzmir bölgesinde Politika’nın kadrolu adamıydım. Bizim gençler Menemen’de miting yapıyorlar. Eylemde sağ yumruklarını kaldırırlar, bilirsin. Dev-Yol’cular, kendi gazetelerinde Demokrat Gazetesinde eylem fotoğrafını ters basarak kullanıyorlardı. Böylece sol yumruklar kalkmış oluyor! Bundan kötü gazetecilik olamaz! Bu kendi ideolojilerine de hizmet etmiyor. Menemen’de miting var, gittin, oraya gelmiş 500 kişi, sen yazdın 50 bin kişi! Belki o an kendi çevrene gaz verebilirsin falan. Yarın seçim oldu aldın 500 oy. Ne olacak, kime ne faydası var? Buradaki insanlar da kandırılmış olacaklar. Diyecekler ki 50 binlik miting yaptık niye 500 oy aldık? Bunu anlamaya çalışacaklar. Halbuki mitinge 500 kişi geldi de? O zaman onlar “neden 500 kişi geldi, daha artamadık?” diye, kendi çerçevelerinde daha çok çalışsınlar, hizmet etsinler, daha çok sorgulasınlar.

Sinan Dirlik: Madem bu konuya girdik, sizin tarafsızlığınız da tartışma konusu mesela? Bölgeden geçtiğiniz haberlerde bir kesim sizi “fazla angaje olmakla” eleştiriyor. Benim açımdan, bu sohbetin gerekçesini de oluşturan temel ihtiyaç ise gerçek… Bölgede gerçekten ne olduğunu öğrenmek istiyorum. Sonra sizin tarafsızlığınız meselesini tartışabilirim.

Celal Başlangıç: Sinan, ben tarafımdır ama objektifimdir! Yani katil ile maktul arasında taraf tutarım, maktulden yanayım! Ezenle ezilen arasında taraf tutarım ezilenden yanayım! Ama objektifimdir. Onun için bu “tarafsızlık” lafının kullanımı biraz riskli. O yüzden objektif kelimesini tercih ediyorum.

“Neler Oluyor” değil! Doğru Soru, “Aslında Ne Oldu?”

Sinan Dirlik: Tamam buradan ilerleyelim o zaman. Bölgede ne oluyor?

Celal Başlangıç: Bölgeden geldikten sonra kapattım kendimi kitap hazırlıyorum zaten.

Sinan Dirlik: Oo güzel! Ne zaman çıkacak?

Celal Başlangıç: Bu ay sonuna kadar, Ocak sonu çıkar diye umuyorum.

Sinan Dirlik: Anladım, “sen didikle beni” diyorsunuz. Şöyle söyleyeyim, Newroz’da Diyarbakır’daydım ben de. Çok iyimser bir beklenti, çok iyimser bir hava vardı. Arkasından Haziran’da Diyarbakır mitingine bombalı saldırı yaşandı. Çok ciddi bir saldırı olmasına rağmen bir itidal vardı. Ne olduysa Suruç’un arkasından başladı. Ne oldu da…?

Celal Başlangıç: Peki! Şimdi bak, hikâye Suruç’un arkasından başlamadı işte! Ben de tam bunu yazıyorum zaten. Suruç’tan 2 gün sonra, 22 Temmuz’da 2 polisin öldürülmesiyle başlamadı o süreç. Zaten oraya gelene kadar o kadar çok olay oldu ki! Devlet operasyon yaptı, örgüt sineye çekti. Örgütün birtakım elemanları gittiler adam öldürdüler, onu da devlet sineye çekti.  Bu 2 polisin öldürülmesi olayı bahaneydi. Zaten ortaya yeni yeni belgeler de çıkıyor, bunun nasıl bir bahane olduğu çok daha net anlaşılıyor. Ben de bu sürecin anlaşılması için bir rehber yazıyorum. “Hendekleri ve Barikatları Anlama Rehberi!”

Sinan Dirlik: O zaman kitabın köpüğünü bozmadan biraz girelim bu anlama işine?

Celal Başlangıç: Şöyle bir şey var. Cumhurbaşkanı Kürt sorunu çözüldü mü çözülmedi mi daha karar veremedi. 2002’yi düşünürseniz, “sorun yoktur” diyordu. Bunların dökümlerini de çıkardım ben. 2005’de “Kürt sorunu benim de sorunumdur” diyor, 2009’da da 2011’de de sorun haline geliyor. Sonra yine sorun olmaktan çıkıyor. 2013 gibi tekrar bir irtibat sağlanıyor. Bu sefer Kandil, İmralı, Ankara, Dolmabahçe dörtgeninde şu ana kadar hiçbir iktidarın yapamadığı derecede ileri bir adım atıyor. Parlementodaki Kürtlerin temsilcisi sayılacak partiyi de atlayarak direkt İmralı’yla irtibat kuruyor. Çok ileri bir adım bu

Sinan Dirlik: Öcalan’ı bir aktör olarak görüyorsunuz yani?

Celal Başlangıç: Tabii! Öcalan hala aktör aslında. Ama görünen o ki müzakere süreci hiç başlamadı. Müzakerenin müzakeresi süreciydi konuşulan. “Müzakereye başlayalım mı başlamayalım mı?” nın müzakeresi!

Sinan Dirlik: O süreç Oslo’da geçilmemiş miydi?

Celal Başlangıç: Geçilememişti, kopmuştu o süreç… Tekrar müzakerenin müzakeresi yapılıyordu. 28 Şubat’taki Dolmabahçe mutabakatının açıklanması, “müzakerenin müzakere sürecini, müzakereye evirecek” bir süreçti. Masa kurulmuştu. Masa fiziken de kuruldu ha, 4 ayaklı bir masa! 30-40 kişilik, tarafların oturabileceği bir masa. İmralı’ya da götürüldü hatta.

Sinan Dirlik: E tabii, hatta gözlemci / izleme komitesi olsun mu olmasın mı tartışılıyordu…

Celal Başlangıç: Evet! Hatta izleme kurulu listesi oluşturuldu. Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’yla Öcalan arasında 6-8 kişilik liste üzerinde bir mutabakat sağlandı. Şimdi ortaya çıkan belgelerden de hareketle söylüyorum, buna sadece Türkiye’den bakmamak lazım. Artık Kürt meselesi Ortadoğu meselesi oldu! Türkiye hiç hesap etmediği bir şeyle karşılaştı. Oradan da alırsak süreci belki daha iyi anlayabiliriz. Yani Rojava’dan…

Sinan Dirlik: Oo! Kobane bile değil? Rojava!

Celal Başlangıç: Rojava evet! Şimdi Kürtler orada 2011’den sonra kendilerini gösterip, kendi alanlarını en azından korumaya almaya başladıklarında Türkiye şaşırdı, çünkü böyle bir sorun çıkacağını beklemiyordu. Bu sorunu hesap edemedi. Bu aslında iş başındaki kadroların bu işi bilmezliğinden geliyor. Çok şaşırdılar orada Kürtlerin ortaya çıkmasına. Oysa orada o Kürtlerin çıkacağını 1990’da da gitseler görürlerdi, 1998’de de gitseler görürlerdi. Hatırlarsın, evvelde 89’a kadar insanlar sınırdan karşılıklı bayramlarda gelirler, tel örgülerden birbirlerine hediyeler, şekerler, tütünler hatta tabancalar falan atarlar, böyle bayramlaşmalar olurdu.

Sinan Dirlik: Evet çok büyük karmaşa yaşanırdı. Ayrılmaları da olay olurdu hatta…

Celal Başlangıç: Özal düzenledi bunu… İşte bir bayram bu taraftakiler gidecek, bir bayram diğer taraftakiler gelecek şeklinde… Bu gidiş gelişlerden çoğunu izlemişimdir gazeteci olarak. Fakat kafamı kurcalayan tuhaf bir şey görüyordum: bazı Kürtler sınırın öbür tarafında kaldı. Gelemediler. Sınırın öteki yanında Öcalan posterleri, PKK bayrakları falan açıp protesto ediyorlar. 90’lı yıllardan bahsediyorum. “Bunlar kim yahu?” dedim, çok da farkında değildim açıkçası. Laf olarak duyuyordum da birebir, yüz yüze gelmemiştim.

Sinan Dirlik: Kimler çıktılar?

Celal Başlangıç: Bunlar Suriyeli Kürtlerin bir bölümü! kimliksiz olan Kürtler! Kimliksiz oldukları için de Türkiye’ye geçemiyorlar. Ama aslında bunların büyük bölümü Türkiye’den giden Kürtler. Aslında Kobane… Yahu oradan da alayım lafı ama çok uzayacak?

Sinan Dirlik: Yayınlarken orasından burasından kesmeyeceğim konuları, dilediğiniz kadar uzatabilirsiniz:)

Celal Başlangıç: Peki o zaman, nedir Kobane?

Sinan Dirlik: Suriye’de sınırın dibinde bir Kürt kasabası diye biliyorum ama?

Celal Başlangıç: (Gülüyor) Kobane İttihat Terakki ve Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz yıllık günahıdır Sinan! 1916’ya kadar burası Osmanlı toprağı. Berlin- Bağdat demiryolu hattı geçiyor oradan. Karkamış istasyonundan sonra Akçakale ve şimdi o Suruç’un olduğu yere bir istasyon yapalım diyor Almanlar. Ve istasyon yapmaya karar veriyorlar. Orada iki tane pınar var. Su kaynağı, buraya bölgedeki göçebe Kürtler ve Araplar sürülerini getiriyorlar.

Sinan Dirlik: Ayn- el Arap?

Celal Başlangıç: Evet “Arap pınarı” demektir. Eski harflerde Arap Pınar diye geçer hatta. Orada yerleşim birimi falan yok pek. Etrafta Arap göçebeler, Kürt göçebeler falan vardır sadece… Burası Ermeni soykırımında Ermenilerin aktarıldığı önemli bir istasyondur aynı zamanda: Kobane!

Sinan Dirlik: Vaaayy! Hiç bilmiyordum?

Celal Başlangıç: 15 Nisan 1915’te Sivas’tan indirilen 7000 kişilik Ermeni kafilesinin ilk durağı Kobane’dir. Peki nereden geliyor bu isim?

Sinan Dirlik: Hiçbir fikrim yok?

Celal Başlangıç: Orada hattı yapan şirketin ismi Bahn! Company Bahn! Yani Hat Şirketi! Bu şirket için burada çalışan işçilere verilen bordroda Company’nin kısaltılmışı “Co. Bahn” yazıyor. Kobane işte buradan geliyor.

Sinan Dirlik: Kürtçe falan değil yani?

Celal Başlangıç: Alakası yok yahu, bildiğin Almanca! Kobahn! Company Bahn yani! Derken Ermeni tehciri sırasında bu bölgede çok ciddi Ermeni can veriyor. Fatih Akın’ın “Kesik” filminde kastettiği yerler aslında orası. Kobane’nin hikâyesi, Kevorkian’ın yeni Türkçeye de çevrilen 3 ciltlik Ermeni Soykırımı kitabında da var. Kobane’yi de anlatıyor. En son gidilen yer orasıydı. Tel Abyad filan.  Sonradan hat çizilince istasyonun etrafında oranın Kürtleri ve sürülmüş Ermenilerin kurduğu bir hayat başlıyor. İşte dükkanlar açılıyor falan… Hatta bu hat kesinleştikten sonra 1920’de Kobane’de yaşayan Suriye Kürtleri “bizi neden burada Fransızların elinde bıraktınız?” diye Ankara’ya mektup yazıyorlar. 1925 Şeyh Said isyanından sonra da oraya çok kaçan oluyor. Dolayısıyla Kobane, İttihat Terakki ve Türkiye Cumhuriyeti’nin eseridir. Hatta bir aile buldum, konuşamadık. Ermenistan’a gittiler herhalde. 1915’te Urfa’dan Kobane’ye göçmüşler. IŞİD gelince tekrar Urfa’ya kaçmışlar. O yüzden bir MHP milletvekili 80 bine yakın insan sınırdan girdiğinde “bunları araştırın, Türkiye’den sürülen Ermenilerin akrabaları var mı içinde?” diye, soru önergesi vermişti. Türkler de yedikleri haltı biliyorlar sonuçta. “Gönderdiklerimizin torunları mı geliyor acaba?” derdinde bazıları. Şimdi, burada aslında örgütlenme vardı.  Zaten arkaya bakarsan, Öcalan orada iyi çalışmış işin doğrusu. Şöyle bir fırsatım oldu; 2013’de bizim 78’liler Vakfı’nın dergisi Tükenmez için 90 sayfalık büyük bir Kürt dosyası hazırlamak üzere İran-Irak- Suriye ve Türkiye Kürtleriyle görüştüğümüz 10 günlük bir saha çalışması yaptık. Temel sorumuz da “21. Yüzyıl Kürtlerin yüzyılı olacak mı?” idi. Bu soruya cevap aradık. Çünkü Kürtlerin 1900 ile 2000 arasında kayıp bir yüzyılı var. 1900’lerin başında Kürtler ikiye bölünmüş bir topluluktu.  500 yıllık bölünme. Bir kısmı İran’da bir kısmı Osmanlı İmparatorluğu’ndaydı. Ama 1916’da dörde bölündü. Tam parçalanmadır ve kayıp yüzyıldır.

Sinan Dirlik: 19. Yüzyılın uluslaşma dalgasının Kürt kıyılarında kırılmasının da sebebi bu parçalanma…

Celal Başlangıç: Evet, dünyada bu kadar büyük bir nüfus sahibi olup da devlet kuramamış başka bir yapı yok. O saha çalışması sırasında Salih Müslim’le de bir günü beraber geçirme fırsatımız oldu. Salih Müslim, İTÜ Kimya mezunu olduğu için çok iyi Türkçe konuşur.  Abisi de İslamcı biraz ama Cerrahpaşa mezunudur. Orada “Öcalan’la nasıl tanıştın?” diye sordum Salih Müslim’e. Gerçi aklıma gelen her şeyi sordum adama. Hatta evlenirken kaç para başlık parası verdiğine kadar sordum. (Gülüyor) 1984’te tanışmış Öcalan’la. Bugün PYD’nin lideri olan adamla Öcalan’ın teması 1984’te başlıyor! Öcalan Murat Karayılan’ı gönderiyor Salih Müslim’e, Şam’daki evine çağırtıyor ve öylece tanışıyorlar. Orada tarih içerisinde hep Türkiye’nin aleyhine kullanılmak üzere Suriye’nin izin verdiği bir kürt örgütlenmesi var. Bak 1950 galiba, Nasır döneminde Suriye ile Mısır birleşmişlerdi. O Birleşik Arap Cumhuriyeti döneminde Nasır Kürtçe radyo yayını da başlatıyor. Mısır Büyükelçimiz Nasır’a çıkıp “Efendim bu Kürtçe yayınına son vermek lazım, zira biz rahatsızız bu durumdan” diyor. Nasır gülümseyerek, “Neden? Sizde Kürt mü var?” diye sorunca Büyükelçimiz “Hayır efendim, ne münasebet” cevabını veriyor. Bu kez Nasır “E o zaman niye rahatsız oluyorsun?” diyor, konuyu kapatıyor. Yazdım bunu daha önce. Şimdi tabii buradaki Kürt oluşum Türkiye tarafından fark edilemedi. Bunlar “2 ayda Şam’daki Emevi Camiinde Cuma namazı kılacağız” hayali kurarken, geldi 2 milyon Suriyeli, şimdi bizim camilerde namaz kılıyor! Bambaşka, hiç tahmin edemedikleri bir Kürt oluşumu çıktı ortaya. Bunlar zaten örgütlüydüler, bir hazırlık vardı. Partinin tarihi falan da ilginçtir.

Sinan Dirlik: E zaten Öcalan’la Salih Müslim 84’de tanıştı diyorsanız, bu neredeyse PKK ile PYD’nin tarihlerinin paralel gittiği anlamına geliyor.

Celal Başlangıç: Tabii tabii! Orada güçlü bir yapı çıkardı bunlar. Bu durum Türkiye’yi şiddetle rahatsız etti. Şu anda çatışmanın tek nedeni olarak öne çıkmıyor ama oradaki özerk kanton yapıların verdiği rahatsızlıktan söz edebiliriz. Düşün ki bu yapı tamamlandığında Türkiye’nin en uzun sınır komşusu Kürtler olacak. Şu an zaten 600 km’yi geçti Kürtlerle komşuluğu. Kuzey ıraktan başlarsan zaten 1100 km’yi falan buluyor komşuluk. Bu durumu Türkiye’deki Kürtlerin talepleri açısından büyük tehlike görüyorlar. Bu arada hakkını da vermek lazım, ilk açıkladığında kuşkuyla karşılamıştık fakat Öcalan’ın demokratik konfederalizmi daha 2006 da söylediğini hatırlatmak isterim. Bu konuda Öcalan’ın öngörüsünü yabana atmamak lazım… Ve 2010’da Diyarbakır’da demokratik özerklik açıklaması da bugünü anlamamız açısından önem taşıyor. Sonuçta Türkiye’de Öcalan tarafından, Öcalan’ın siyasi doğrultusundaki parti tarafından açıklanan demokratik öz yönetim modeli, aslında Suriye’de uygulanmış oldu. Rojava dediğimiz hikâyenin bir yanı da budur.

Sinan Dirlik: Bu durum, Rojava’yı daha mı rahatsız edici kılıyor?

Celal Başlangıç: Tabii! Buradaki talebi de yükseltiyor. Orada bir yapı kurulmuş ve farklı halklar bir arada tarih yazıyor. Rojava Anayasasının ilk maddesine bakmak yeterli. Çok çarpıcıdır. Ha şimdi Türkiye’de ne oldu? Burada işler başka türlü gelişti. Çözüm süreci konuşulurken PKK’ye silah bıraktırılacaktı. Keşke olabilseydi tabii ama şimdi tüm bu sürece baktığımızda aslında görüyoruz ki Kürt siyasi hareketini tasfiye etmeye dönük bir çabaymış. Bir müzakere ve barışma değil, silah bırakmaya mecbur bırakma. Kendileri de zamanında dillendirdiler bunu: Sri Lanka modeli! Yani toptan imha modeli! Sri Lanka adalardan oluşuyor, farklı bir yapısı var. Buradaysa Kandil, Şengal, Rojava var. Başka bir boyuta geldi. Şu anda IŞİD’e, cihadçı İslamcılara karşı mücadele eden tek seküler örgüt. Kuzey Irak’ı hatırla, yakın zamana kadar Türkiye’nin “kırmızı çizgisiydi”. Sonra kabul etmek zorunda kaldı, şimdi iş yapıyorlar, ticari ortak oldular, para kazanıyorlar. Türkiye, Kuzey Irak tecrübesinden sonra Rojava’yı da uzantısal olarak kabul edebilseydi, oradan Türkiye’ye yansıyan bir sınır kardeşliği geliştirilebilirdi ama o zaman başka şeyleri kabul etmek zorunda kalacaktı. Öyle bir açmazın içinde ki Türkiye! Rojava’dan göç olduğunda gittik. Suriye’den daha önce göç eden Araplar için kamplar yapılmıştı. Suruç’ta da sonradan İmam Hatip’e çevrilmiş bir yatılı bölge okulu var, orada bir kamp kurmuşlar. Ama Roja’va’dan gelen Kürtlerin çoğu kampa gitmiyor. 80 bin insanın sadece 4 bini kamptaydı. Genetik hafıza kodu bu işte! Yaklaşık 60 bin kişi dükkanlarda, evlerde, taziye evlerinde, düğün salonlarında, depolarda falan kalıyordu. Oradaki valilik görevlisiyle konuşurken “size müjdeli bir haber vereyim, burada çocuklara okul açacağız” dedi. Tabii ilk sorum “hangi dilde?” oldu. Çünkü genelde Sünni Araplara Arapça eğitim veriliyor ki doğrusu da bu zaten, peki Kürtlere ne yapacaklar? Alt üst oldu! “Türkçe” dedi. “Araplara Arapça açmışsınız, neden Kürtlere Türkçe?”. Burada devlet olarak kendi Kürdüne Kürtçe eğitim vermiyorsan dışarıdan gelen Kürtlere ne vereceksin? Bu sorunun cevabı hâlâ yok tabii, zaten o okul da açılmadı. 

Çözümsüzlük ve açmaz burada! Bir yandan Kürt tasfiyesi hesaplanırken bir yandan da çözüm süreci! Ama bir türlü müzakereye dönüşemeyen, müzakerenin müzakeresi aşamasında kalınan bir süreç! Bunlar devlet bürokrasisi üzerinden yürüyor. Siyasi kadroya girmiyor, bürokratlarını gönderiyorlar. MİT’di, Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’ydı falan zorlanıyorlar. Çünkü belli bir kodlamayla gidiyor, belli sözler veriyorlar mesela Öcalan’la görüşmelerinde. Ama sonra döndüklerinde siyasiler o verilen sözleri tutmuyorlar. E sözler tutulmayınca da zor durumda kalıyorlar çünkü bu konuyu hakkını vererek çözme niyeti yok.

Sinan Dirlik: Bir illüzyon yaratıldı diyorsunuz o halde çözüm etrafında?

Celal Başlangıç: Tabii çünkü bence yakın zamana kadar AKP, çatışmasızlığı oylarının stabil kalması için gerekli görüyor, bir yandan da çatışma sürecinin hazırlıkları yapılıyordu.

Sinan Dirlik: Çatışma sürecinin hazırlıklarını kim yapıyordu gerçekte?

Celal Başlangıç: İşin doğrusu iki taraf da yapıyordu. İki taraf da birbirine güvenmiyordu. Kandil’in de bu işe evet demesini de şu ifadeye bağlayabiliriz: “Başkanın güvendiği TC’ye güveniyoruz”. Bak, kendilerinin güvenlerinden söz etmiyorlar. “Öcalan’ın güvendiğiyle” bu işe başlanıyor.

Sinan Dirlik: İyi de Öcalan da hapiste bu arada?

Celal Başlangıç: Elbette onu da göz ardı etmiyorlar. Onlar da usta oldular. Bak, Cemil Bayık 81’de çıktı Türkiye’den. 1981’den bu yana Türkiye’de kaç tane başbakan, cumhurbaşkanı, genelkurmay başkanı, ordu komutanı değişti, Cemil Bayık hala orada! Bu politikada ustalaştılar ve uluslararası oyunu oynamayı da öğrendiler. Herkes ne zaman bitecek, kopacak endişesiyle yürüttü bu işi bir yere kadar. Şimdi ortaya çıkan bir çöktürme planı var. Eylül 2014’te zaten bu işin hazırlıklarının yapıldığı anlaşılıyor. Bir yandan çözüm süreci yürürken, bana göre en önemli işaret fişeklerinden, yani çatışmalı ortama tekrar gireceğimizin en önemli işaret fişeklerinden biri 6-8 Ekim olaylarından sonra yapılan 30 ekim tarihindeki Milli Güvenlik Kurulu toplantısıdır. Bu, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en uzun MGK toplantısı! Tam 10 buçuk saat sürdü. Ondan önceki rekor ise 9 saat ile 28 Şubat kararlarının alındığı MGK toplantısıdır ki, bir tür darbeydi o! O toplantının sonuçlarını biliyorsun. Şimdi 30 Ekim 2014 tarihli MGK’da iç güvenlik yasa tasarısı başta olmak üzere bir takım uygulamalar burada kararlaştırıldı. Çöktürme planının simülasyonu o MGK’nın gündemi. Vahim bir plan! 5-7 bin arası kayıp, 10 bine yakın tutuklama, 200-300 bin insanın göçünü öngören bir simülasyon! Daha ortada ne özyönetim var, ne özerklik var, ne ciddi bir olay var. Bir yandan da Çözüm süreci devam ediyor.  Şimdi Cizre, hendeklerin ilk kazıldığı yerdir. Ne zaman? Aralık 2014’te! O zamana kadar ufak tefek bir iki hendek dışında, işte Gezi olayları sırasına denk gelen kalekol hikayesinde bir gencin öldürülmesi dışında çatışmalar, ölümler, hendekler yok ortada.

Sinan Dirlik: Medeni Yıldırım?

Celal Başlangıç: Evet Medeni Yıldırım! Şimdi orada şöyle bir sorun var. Mesela 15 Aralık 2014 ile 20 Ocak 2015 arasında, sınır ötesinden 20-30’a yakın cenaze geliyor. “Cenaze gelmiyor” deniyordu ya? Aslında geliyor. Tabii orada Hizbullah’la da yaşanan bir gerginlik var. 30 Aralığa kadar 4 tane insan öldürülüyor orada. Biri Hizbullahçı, 3’ü PKK çizgisine yakın. Bunların ikisi de çocuk daha. Orada Ozan Başurgan diye bir emniyet müdürü var, Cizre Emniyet Müdürü. 4 ölümden sonra görevden alındı. 30 Aralık’ta oraya başka bir Emniyet Müdürü atandı. Tabı ev baskınları falan olunca gençler oraya hendek kazmaya başlamışlardı. Bu ölümler de olduğu için. Polis mahalle içlerine giriyor adam öldürüyor. Araya siyasiler falan da girdi, gençler ikna edildi ve 6 Ocak’ta hendek kapatıldı, yeni emniyet müdürü de gelmiş. O gün bir zırhlı polis aracı hendeklerin kapatıldığı yerden mahalle içine girdi 14 yaşında bir çocuğu öldürdü. Ümit Kurt. Boyacı, boya elbiseleri üzerinde bir çocuğu öldürdüler. Sonra hendekler yeniden oluşturuldu. Ve 14 Ocak’ta Hatip Dicle gitti. Öcalan’ın mesajını götüren Hatip Dicle’yi 10 bin kişi karşıladı. “Hendekleri kapatın, yüzü kapalı eylem yapmayın, kepenk kapatma eylemi yapmayın.” Mesajı verildi İmralı’dan. Bunun üzerine 14 Ocak’ta yeniden kapandı hendekler.. Fakat aynı gün yine bir zırhlı polis aracı girdi mahallelere, bu sefer 12 yaşında bir çocuğu öldürdüler. Tekrar hendekler geldi. Bu arada 30 Aralık’ta atanan emniyet müdürü, 20 Ocak’ta görevden alındı ama “tutuklanarak”. Neden? Çünkü Hrant Dink öldürüldüğünde, Trabzon istihbarat dairesinde emniyet amiriydi Ercan Demir.

Sinan Dirlik: Cemaat bağlantılı birisi mi?

Celal Başlangıç: Cemaatle en kanlı bıçaklı oldukları zaman atadılar. Büyük provokasyon burada yaşandı.

Sinan Dirlik: Belli bir misyonu vardı o zaman?

Celal Başlangıç: Bilmiyorum işte. Ben sadece tabloyu çiziyorum. Şu anda da hala cezaevinde bu arkadaş.

Sinan Dirlik: Çökertme operasyonundan bahsediyorsunuz. Kandil ve İmralı neresinde bunun? Göremediler mi bu süreci?

Celal Başlangıç: İmralı ve kandil bunu 30 Ekim’de gördü. Zaten 30 Ekim’de bunu görmelerinden dolayıdır ki HDP’nin seçimlere parti olarak girmesi kararı verildi. Barajı aşacaklarına inandıklarından dolayı değil. Bence bu savaş kararından haberi var Kandil ve İmralı’nın.

Sinan Dirlik: O halde demek ki 7 Haziran’a kadar taraflar pozisyon aldılar yani?

Celal Başlangıç: Evet, daha 30 Ekim’den bahsediyoruz. 7 Haziran’a kadar gidelim, sonra zaten masa devrilecek, Kürtlere bir şey vermeyeceğiz! Şimdi bundan Kandil ve İmralı’nın haberi oluyor. Nasıl oluyor, bunu bilmiyorum ama şöyle bir değerlendirme yapılıyor: Bu savaşın çıkmasını engellemenin tek yolu, Erdoğan ve AKP’nin tek başına iktidar olmaını engellemek. Çünkü tek başına iktidar olursa savaş yeniden başlayacak. Savaş başlayınca biz bağımsız olarak girdiğimizde, 30-35 tane milletvekilimizin olmasının bir anlamı yok. Ama parti olarak girebilirsek Erdoğan’ı seçtirmeyiz. O zaman bir anlamı olur. Kaldı ki Erdoğan tek başına seçilirse, bizim milletvekillerine orada parlamenterlik de yaptırmazlar, Diyarbakır’a geri dönmek zorunda kalacaklar. Baştan şansımızı deneyelim. Seçilmezsek de zaten geleceğimiz yerde durmuş oluruz. HDP’nin seçimlere parti olarak girme kararının altında bu yatıyor. 30 Ekim’deki MGK toplantısında 7 Haziran sonrasında savaşın tekrar başlayacağına dair alınan bilgi…

Sinan Dirlik: Yani “seni başkan yaptırmayacağız” stratejik bir kararın sonucu aslında?

Celal Başlangıç: Tabi, onun arkasında o yatıyor zaten! Dedim ya Cizre’de hendeklerin kazıldığı zaman 14 Ocak’ta ikinci defa hendekler kapatıldı falan. Ondan sonra 30 Ocak’ta tekrar bir anlaşma sağlanıyor. Hatta gençler diyor ki, hendekleri biz kazdık ama ancak Kandil kapat derse kapatırız diyorlar. Kandil’le irtibat sağlanıyor. Tabii henüz süreç işlediği için bu ilişkiler daha kolay. Oradan kapatın talimatı geliyor ve 30 Ocak’ta hendek kapatılıyor. Ne zamana kadar? 10 Ağustos’a kadar. Yani 24 Temmuz’da bombardıman başladı, hendekler tekrar 10 Ağustos’ta kazıldı. Onların nedenleri var çok uzun anlatmak istemiyorum. Şimdi bak Aziz İstegün, Zaman Gazetesi’nin Diyarbakır temsilcisi. Şu anda da Zaman Gazetesi Diyarbakır merkezli Kürtçe internet sitesi yapıyor, onu da bu arkadaşımız yönetiyor. Cizre’de yaşananları anlatıyor. Sonra diyor ki, bu gelişmeler ne anlama geliyor, bundan sonra ne olacak? Bu soruların birden fazla cevabı var. Bunları şöyle sıralamak mümkün diyor. 5 tane madde saymış. Ben 5. Maddeyi okuyacağım ama şunu hayal et: Çözüm süreci sürüyor, iklim müsait, bir tek Cizre’de sorun var, başka yerde yok o sorun. “AKP’nin sürdürülebilir çatışma politikasıyla HDP’yi baskı altında tutmak istemesi. Bu görüşe göre AKP 7 Haziran 2015’te gerçekleştirilecek genel seçimlere Kürt meselesine dair risk almadan, kayda değer adımlar atmadan gitmek istiyor. Ayrıca siyasi gidişatın normal şartlar altında ilerlemesi durumunda HDP’nin legal alanda mesafe kat etmesi kuvvetle muhtemel’’ Bak! 14 Ocak’tan bahsediyoruz ha? Devam ediyorum: “Cumhurbaşkanlığı seçimleri bunu gösterdi. Alevi ve sol kesimin yanı sıra muhafazakâr Kürt tabanından HDP’ye kayda değer oy kaymaları mümkün. Bunu engellemenin yolu, sürdürülebilir çatışma rejimi tesis ederek, HDP’nin siyaset alanını daraltmak, AKP düşük yoğunluklu çatışma ortamında kendi iktidarını güvende hissediyor. AKP temelde Kürt hareketini kıstırmak, boğmak ve kışkırtmak istiyor.’’ 14 Ocak 2015 tarihli zaman gazetesi. Zaten bağıra bağıra gelmiş bu iş!

Sinan Dirlik: Analizden çok kehanet yazısı gibi!

Celal Başlangıç: Buna rağmen 28 şubata, Dolmabahçe mutabakatına kadar geldik. Hatta bugün tekrar Selahattin açıkladı Van mitinginde. Dolmabahçe’de hangi koltuğa kimin oturacağını bile cumhurbaşkanının ayarlayıp sonra haberim yok deme hikâyesini. Cumhuriyet’de de çıktı, Erdoğan biraz da o toplantıdan PKK’nin “tamam biz silahları bırakıyoruz” kararını açıklamasını bekliyormuş. Hatta o yüzden Akdoğan’ın kendisini kandırdığından yakınıyormuş falan. Ama daha önemlisi, anket sonuçlarının düşük gelmeye başlamasıydı. HDP’nin barajı aşma ihtimalinin kuvvetlenmesiydi ki bunun üzerine bir hamle yaparak, 15 Mart’ta Balıkesir konuşmasında “Ne Kürt sorunu yahu” dedi ve savaşı kontrollü olarak tekrar tırmandırmaya başladı. Ve bu 7 hazirana kadar geldi. İşte dananın kuyruğunun koptuğu yer de 7 Haziran. “Ne oluyor?” dersek bu oluyor aslında. Hala savaşın başlamasına vesile olan olayın; Ceylanpınar’daki polisin, hiç de PKK’nin yöntemi olmayan biçimde elleri arkadan kelepçelenip, kafadan tek kurşunla ve susturucuyla öldürülmenin kimin tarafından yapıldığı karanlıktır

Sinan Dirlik: Ama önce üstlendi HPG?

Celal Başlangıç: Üstlenir gibi yaptı, tahmin üzerine!

Sinan Dirlik: “Kontrolümüz dışında” dedi.

Celal Başlangıç: PKK bu süreci yönetemedi. AKP’nin eline koz vermiş oldu

Sinan Dirlik: Bu süreçte inisiyatifi tamamen Erdoğan eline almış gibi görünüyor

Celal Başlangıç: Saldırdı yani

Sinan Dirlik: Öcalan’ın da tecrit edildiği bir ortamda kontrol iyice zorlaştı. Kandil burada nasıl bir strateji yürüttü peki?

Celal Başlangıç: Tabii biz buradan bakarak değerlendirme yapabiliyoruz. Ama sınır ötesindeki bölgenin coğrafi gerçeği çok daha farklı! Ben mesela şöyle bir değerlendirme yapıldığına tanık oldum: Mesela bütün bu saldırılar sürerken “Gerilla nerede? Niye bize sahip çıkmıyor? Çoluğumuzu çocuğumuzu dağa bugünler için mi gönderdik biz? Bizi korusunlar diye göndermedik mi?” diyenleri duyuyorum. Çok zor bir dengeden bahsediyoruz. Tabi bu saldırının cevapsız kaldığı anlamına gelmiyor bütün bu olanlar. O büyük patlamalar falan unutulmasın. Belli ki hazırlık yapılmış. Örgüt de yapmış hazırlığını. Yani sadece Devlet hazırlık yaptı demek vicdansızlık olur. Burada karşılık bulamayınca ordunun Rojava’ya doğru yönelmesindeki telaş biraz da bu anladığım kadarıyla.

Sinan Dirlik: Geçen haftalarda bir başka söyleşide Neşe Özgen bütün bu sürecin aynı zamanda sınır politikalarıyla ilgili olduğunu ve Türkiye’nin kendi sınırında kontrolü yüksek tutacağı bir alan yaratmaya çalıştığını söylemişti. Kandil’in de benzer bir stratejisi olabilir mi? Aslında bir sınır mücadelesi mi yaşanıyor Türkiye ile Kürtler arasında?

Celal Başlangıç: O da var. Eylül Ekim’de Kobane düştü düşüyor hikayesinin olduğu sıralarda, Kars’ından Van’ından Ağrı’sından Diyarbakır’ına kadar herkes sınıra indi. Etten duvar ördüler sınıra. Onlar olmasaydı belki Türkiye tarafından daha kolay yardım gidebilirdi IŞİD’e. İllaki devlet iletecek demiyorum, Türkiye’deki IŞİD yandaşları da iletebilir, oradaki sınır çok geçirgen bir sınır. Sonuçta oradaki PYD’ye yardım iletildi. Geçen gün Nusaybin’de sokağa çıkma yasağı uzayınca, Nusaybin’in karşısındaki Kamışlı’da insanlar gösteri için sınıra geldiler. Burada fazla temas var. Bu fazla temas Türkiye’nin ürktüğü nokta işte! Ama onların çoğu zaten akraba?

Sinan Dirlik: Peki bu nereye gidecek? Bundan sonra ne beklemeliyiz. Kürt hareketi açısından özellikle. Bir de Türkiye’nin bundan sonraki politikası nasıl şekillenecek?

Celal Başlangıç: Bir süre daha giderek artan bir çatışma yaşayacağız. Ondan sonra konjonktüre bağlı, eninde sonunda masada bitecek iş. Masada herkesin lehine, aleyhine bir şey olacak. Fakat kesin ki, gerek AKP gerek devlet, gerek ordu bu süreçte beklemedikleri bir dirençle karşılaştılar. Bu durum askeri cenahta ciddi bir rahatsızlığa yol açıyor. Birkaç günde biteceği var sayılan operasyonlar uzadıkça uzadı. Bak şimdi… Aşağı yukarı ilk sokağa çıkma yasağı 16 ağustosta Varto’da ilan edildi. Ondan bu yana toplamda 280 günü aşan 55 tane sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Bu süreçte ölen sivil sayısı 211’i buldu. Şu anda 50’den fazla insanın cenazesi morglarda, sokaklarda, cami ve okul bahçelerinde bekliyor. Dehşet verici bir tabloyla karşı karşıyız. Bir tahmine göre 10 bine yakın ev oturulamaz hale gelmiş durumda. Bu kadar aile evsiz kaldı demektir

Sinan Dirlik: Bunun için bir TOKİ projesinin hazırlandığı da söyleniyor.

Celal Başlangıç: Evet ama şimdi Lice’de, Cizre’de, Silopi’de, Silvan’da TOKİ yok yani! Her yerde TOKİ yok. 30 Aralık’taki son gidişimde Gültan Kışanak’la konuştum. Devlet daha hasar tespitini doğru dürüst yapamıyor ki insanların ihtiyacını belirleyip karşılayabilsin? Mesela sırf Silvan’da oturulamayacak hale gelen ev sayısı 800! Ayrıca 100 tane de onarılamayacak halde olan ev var. Tümüyle yeniden yapılması lazım…

Sinan Dirlik: Hasarın ağırlığına da bakınca, burada artık ağır silahların konuştuğu ortada! Ağır silahlar sadece devletin elinde değil mi artık?

Celal Başlangıç: Benim gördüğüm, YDG-H’nın elinde roket atar var. En önemli silahı o. Sonuçta Sur’da bir tabancayla da direnilebilir. “Karanlık küçelerde kör bıçaklara gelesin” der Diyarbakırlılar. En beter şekilde ölesin anlamındadır. Mesela silvanda 6 defa sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Ben ikincisi ilan edildiğinde oradaydım ve dördüncüsü bittiğinde oradaydım. Dördüncü sokağa çıkma yasağı bittiğinde etrafı gezmek için çıktım.  Bütün sokaklar temizlenmişti, ne hendek, ne barikat kalmıştı. Sonra 5.sini, 6.sını ilan ettiklerinde yine hendek, barikat vardı. Cizre’de de ilk sokağa çıkma yasağı başlamadan oradaydım, ilki bitince de oradaydım. Hendekler daha büyümüş, barikatlar daha yükselmiş, tahkim edilmişti.  Her yere giremediler. Aşağı yukarı 120 gündür surda 5 defa sokağa çıkma yasağı ilan edildi. 35 gündür sokağa çıkma yasağı sürüyor. Sen sura niye giremedin 35 gün. Fatih sultan Mehmet 6 Nisan’da geldi İstanbul önüne 1453’te, 29 mayıs’ta, yani 53 gün sonra aldı ya hu suru! Hem de dünyanın en iyi korunan suruydu burası. Burada başka bir şey var. Burada görmek istenmeyen bir şey var. Devletin de bütün Türkiye kamuoyundan ısrarla sakladığı bir şey:  O hendeklerin arkasında halk var. PKK’liler falan yapmış değil onu. Koordine etmiş olabilirler gelip zaman zaman ama esas yapan oradaki çocuklar. Bir hendeğin başında bir adam gördüm. Benden de yaşlı. Kalaşlikofla duruyor. Hayrola dedim. Çünkü hep gençler çocuklar falan, anlıyorsun. Çocuğu adamın 20 saat nöbet tutmuş, geliyor ver silahı ben tutayım git biraz uyu diyor. Burada aileler var. Sorun da bundan kaynaklanıyor. Askeri soktular, özel harekat polislerini soktular, asker çevre güvenliği aldı yetmedi, jandarma girdi devreye.. Son bir haftada kimler girdi bak? Korucular!. Eğil’den, Bitlis’ten, Çınar’dan korucular getiriyorlar. Yetmedi mi adam, kaç kişi var ya? Benim öğrendiğim Sur’da en son, 100 e yakın gerilla, 100’e yakın da YDG-H’lı çocuk vardı. Cizre’de 10 bin askerle operasyon yapıyorsun. Kara kuvvetleri, deniz kuvvetleri, hava kuvvetleri gelmiş yetmemiş, bir de genelkurmay başkanı gelmiş harita üzerinde brifing alıyorlar Cizre’de. Ne oluyor arkadaş! Bu bölgedeki sorunla ilgili ilk kitabımı 1987 yılında yazdım. O sırada 3 yıldır bölgedeyim; “Burada devlet PKK ile halkı ayırmıyor. Ben tanık oldum, Kürd’ün dövüle dövüle PKK’li yapıldığını devlet tarafından. Devlet bilerek ya da bilmeyerek PKK’ye kaynak aktarıyor. “Ayırın!” diye yazmıştım. O kitabın evvelki sene 8. Baskısı yapıldı. “8. Baskıya Önsöz” yazdım dedim ki; “1987’de halkla örgütü ayırın” demiştim ama artık çok geç. Şu anda yaşanan şey bu! Devlet savaş koşulunda da, barış koşulunda da, her koşulda örgütün büyümesine yol açmış. Çünkü sen oradaki soruna uygun çözümler üretmemişsin. Bir de buna bölgesel meseleni, PKK’nin hem siyaset, hem askeri olarak, hem ideolojik önderlik olarak bölgede varoluşunu düşünürsen, sen istediğin kadar kürdü öldür, hendekleri kapat… İnsanların yüreklerinde olan hendeği nasıl kapatacaksın? Böyle bir noktaya gidiyor. Bugün resmi gazetede bir yönetmenlik değişikliği yayınlandı. Adli tıp kurumu yönetmeliği değiştirildi. Kimliği belirlendiği halde morgdan 3 gün içerisinde teslim alınmayan cenaze gömülür diyor. Bu çok basit bir şey gibi görünüyor. Ben 3 gün cenazemi almazsam oradan devlet alacak gömecek. Ya da kaçıracak diye geliyor aklıma. Çünkü 1925’de Şeyh Said ve arkadaşlarına bunu yaptılar. 1938’de Seyit Rıza ve arkadaşlarına bunu yaptılar. Said-i Kurdi’ye 60 iktidarından sonra bunu yaptılar. Kürtlerin genetik hafızası hemen ayaklanıyor. Benim hemen aklıma gelmez bu: 25’lere dönüyoruz! Takriri Sükun kanununu yeniden çıkar, olmadı zorunlu iskan kanununu çıkar bari!

Ne Olacak Bu Gençler?

Sinan Dirlik: Peki bu kadar şiddet ve baskı ortamında Kürt gençleri üzerindeki kontrolü kim nasıl sağlıyor? Bir yanda Rojava, bir yanda Kuzey Irak gibi artık güçlü modeller oluşmuş durumda. Öte yandan Öcalan’ın “ulus milliyetçiliğinin ve ulus devletin aşılması” yaklaşımı var. Gençlerin Öcalan’ın zaten sesinin duyulmadığı bir ortamda artık ne Kandil’i, ne HDP’yi dinlemedikleri ve başka bir inisiyatif geliştirmeye başladıkları söyleniyor?

Celal Başlangıç: HDP’yi zaten dinlemiyorlar ki…

Sinan Dirlik: Niye?

Celal Başlangıç: Kandil’in belli bir etkisi oldu. Rojava’nın daha fazla etkisi olduğunu düşünüyorum gençler üzerinde. Şimdi gençlerin eğilimleri dikkate alınmaz ve buna aykırı davranılırsa, gençler tamamen koparlar. Bu dikkatin özellikle Kandil tarafından gösterildiğini görüyorum. Dengelemeye çalışıyor. Çünkü artık roketatar kullanmaya kadar işi götürmüş bir gençlik örgütlenmesi var. Oysa bu gençlik örgütlenmesi silahsızdı en başında. Ellerinde en fazla Molotof, havai fişek vardı. Fakat zaman içerisinde artık silahlı bir örgüte dönüştüler. O yüzden Kandil kalktı, kendi Dev-Genç’ini kurdu. Silahsız modelin yerine bunu koymak zorunda kaldı. Bu kontrolü zor bir oluşum ama kabul etmek zorunda kaldılar. Bu zamana kadar Kürt siyasi hareketinin ciddi bir bölünme yaşamamasının altında bu var.

Sinan Dirlik: Ama ne kadar kontrol edebilecekler ki bu şartlarda? Bugün soruşturma açıldı mesela, Sabiha Gökçen’e havan mermisiyle yapılan bir saldırıdan söz ediliyor. TAK? Bu tür oluşumların daha fazla rol alacağını görecek miyiz bundan sonraki süreçte? 

Celal Başlangıç: Tabi göreceğiz. Bugün bizim hendeklerde, barikatlarda gördüğümüz çocuklar, 90’larda boşaltılan köylerden, Cudi dağından, Gabar dağından indirilen ailelerin çocukları. Eski Cizre’de hendek yoktu. Dicle kıyısındaki 4 mahallede, ipek yolunun güneyinde hendek yoktur. Ama kuzey, yeni yerleşimdir. Kimdir bunlar? Bunlar Yeşilyurt’ta dışkı yedirilenlerin çocukları, torunları. Bunlar faili meçhule kurban gidenlerin, amcaları, dayıları, babaları öldürülenlerin çocukları. Bunlar aslında 2010’lara kadar taş atan çocuklar. Nasıl bir kin birikmesi olduğunu düşünürsen kolay anlarsın. Kontrolünün ne kadar zor olduğunu da…

Sinan Dirlik: Serseri mayın bir kitle var o halde?

Celal Başlangıç: Oluşuyor şu anda.

Sinan Dirlik: Peki cin şişeye nasıl girecek?

Celal Başlangıç: Bunu ancak barış koşullarında kontrol edersin, savaş koşullarında kontrol edemezsin. Devletin de görmek istemediği bu zaten! Savaş koşulları her türlü belanın serpilip  geliştiği bir ortam…

Kürtler Hâlâ Barış İstiyor…

Sinan: Ama artık “ne olacaksa olsun!” ve “ne barışı ulan!” söylemi de karşılık bulmaya başladı her iki tarafta da

Celal Başlangıç: Bak, hala daha Kürtler barış diyorlar. Çünkü bir de barış ortamındaki iklimi yaşadılar ya. İnsanlar özgürleşti, geceleri sokağa çıkabildiler, eğlenebildiler… Bir hayatlarının olabileceğini gördüler. Ekonomik bir hayatı sürdürmeye çalıştılar. Tamam, bir fakirlik vardı ama şu anda had safhada! Şöyle bir örnek vereyim sana: En son Mardin’e 1 Kasım seçimlerinden 1 hafta önce gitmiştim. Mardin Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı Mehmet Ali Tutaşi var.  Mardin’de biz 90’lı yıllarda kalacak otel bulamazdık. Ya Diyarbakır’a geri dönerdik ya da 25-30 km ileriye gider, Nusaybin’de Neziran tesislerinde kalırdık. Bugünkü Mardin’de, o eski Süryani evleri, taş evler restore edilmiş, inanılmaz şık butik oteller açılmış. Mardinde turistik yatak sayısı 5000. Fiyatlar da öyle ucuz değil, 100 euro’lara falan veriyorlar odaları ha. Ben seçimlere 1 hafta kala gittiğimde Tutaşi yeni toplantı yapmış otelcilerle. O gün 5000 bin odadan kaçı doluymuş biliyor musun? 17’si! Sadece 17! Bunlar krediyle, teşvikle, şunla bunla yapılmış yatırımlar. Ödenmesi lazım. Oteller sürdürülebilir olmaktan çıkmışlar. Çünkü oraya 1 milyona yakın turist geliyordu. E hediyelik eşya dükkanları, restoranlar, oteller ona göre örgütlenmiş… Şimdi dehşetli bir işsizlik var. Taşıma sektörü çökmüş vaziyette. Ki orada bölgenin en önemli işlerinden biridir. Aylardır orada kontak açamıyorlar. Hem Irak Kürdistanı’ndaki ekonomik kriz, hem Suriye’nin başına geleler, arkasından içerideki çatışma, tümüyle bölgeyi ekonomik olarak da göçertiyor. Yani sadece insan kaybetmiyoruz, yeni yoksulluklar, açlıklar üretiyoruz.

Sinan Dirlik: Barışın ve yatırımın tadını alan Kürt sermayesi savaştan rahatsız, muhafazakâr Kürtler de muhtemelen başka gerekçelerle rahatsız. Bunlar çatışmayı yükselten “iki tarafa” da kızıyorlar mı sizce? Yoksa çatışmayı yükselten taraf “açık ve net mi” her kesimden Kürdün kafasında?

Celal Başlangıç: Çatışmayı yükselten tarafın devlet olduğu açık! Bak buradaki savaş, hendek savaşları, barikat savaşları. Dağda, kırsalda bir çatışma yok dikkat edersen. 24 Temmuz’daki saldırıdan sonra yaşanan bomba patlatmalar, sabotajlar yok. Orada iki taraf da yükseltti şiddeti. Ama burada öyle değil. Burada savunma hattında duruyor örgüt.

Sinan Dirlik: Barışı istiyor insanlar ama bir yandan da yaşanan şiddet o kadar büyük ki, duygusal kopuşmanın da yaşanmaya başlandığı söyleniyor. Sürekli olarak Batıya “Ses ver” çağrıları yapılıyor. Ne yapmalı Batı’da yaşayan “beyaz Türkler”? (Not: Görüşme yapıldığında henüz Akademisyenler Bildirisi yayınlanmamıştı)

Celal Başlangıç: Ben buna birkaç kere tanık oldum. Emin olmak için de biraz daha kovaladım. Bak, AKP nin planı tutmadı ve süreç PKK’nin lehine işlemeye başladı. Bu yılın son yazılarından biriydi. AKP ve Beyaz Türkler bile artık neredeyse örgütün arkasına hizalanma noktasına geldi. Biz bunu yaşadık da. Gazeteci olarak tanık olduğum için rahat söylüyorum. 90’lı yıllarda köyler boşaltılırken, köylerde yaşayanların önemli bir kısmı da PKK’ye çok kızdı. “Sizin yüzünüzden, buradan göçüyoruz. Evimizden yurdumuzdan göçertiliyoruz” diyorlardı.  Köydeki ağabeyler aç sefil yoksul, kasabanın kenarına sığınmak zorunda kaldı. O zaman Tansu çiller dönemi, çok elini ovuşturdu DYP iktidarı. Oh örgütle halk arasına kama soktuk, ilişkileri bozuldu diye, çok sevindi. Sonra şehre inenler, örgütün arkasına geçti hizalandı. Şimdi sokağa çıkma yasakları ilan edildi. Kentlere saldırılar başlayınca, devlet yine örgütle halk arasına kama sokmayı umdu. Bir yerde oldu da hakikaten. Silvan’da 200 kişi teröre hayır diyerek yürüyüş yaptı. Yine sevindiler ve 1990’da Çiller’in yaptığı hatayı yaptılar. Fakat orada sanayicisinden ticaret erbabına, avukatından eğitimcisine çeşitli meslek gruplarından çok sayıda dostum var. Bunlar örgüte çok kızıyorlardı. Çoğunun büyük yatırımları var sonuçta. Ama bütün bu yaşananlardan sonra “bu hendekler doğruymuş arkadaş” diyorlar. İlk birkaç duyduğumda çok şaşırdım ve test etmek için birkaç kez daha gidip geldim, konuştum insanlarla. Yazmadan önce test ettim yani. İnsanlar yeniden PKK’nin arkasında hizalanmaya başladılar. Devlet de bu yüzden korucuları devreye soktu yine.

Sinan Dirlik: HDP niye inisiyatif alamıyor?

Celal Başlangıç: Savaş olduğu sürece siyasetin hareket alanı daralıyor. Şu anda AKP iktidarı başta Erdoğan olmak üzere, Kandil’e saldırdığından daha fazla HDP’ye saldırıyor. İşin gerçeği bu… Çünkü  PKK’ye saldırdığında bu iş biterdi.  Karşımızdaki organizasyon kabul etmek lazım ki artık eski organizasyon değil. Parlemento grubuyla, belediye başkanlarıyla, belediye meclis üyeleriyle, çok daha büyük bir organizasyonla karşı karşıya devlet. Bunu kabullenmek istemiyor. İşte sen artık bunu 25’lerdeki, 38’lerdeki gibi eze eze bitiremezsin. Dünya da o dünya değil. En fazla mülteciler hatırına Avrupa biraz susar. Ama Kürtler oraya göçmeye başladığı zaman ne yapacak Avrupa?

Sinan Dirlik: HDP’nin elinden gelenin en iyisini yaptığını mı söylüyorsunuz yani?

Celal Başlangıç: Yoo. Daha iyi şeyler yapılabilirdi. Daha dikkatli davranabilirdi. Şartlarının kolay olmadığını da biliyorum. Yine yapısına göre iyi kaldırdı bu işi. Çünkü HDP’de kendi içinde savaş şartlarında örgütlenen yapılardan olduğu için, parti içinde sorunlar var. Parti içinde demokrasi var mı dersen yok! HDP bu kadar büyük bir oy tabanını taşıyacak, bu kadar çok sayıda milletvekiline sahip olacak bir örgütlenme değil. Üyelik hukuku lazım, parti içi demokratik mekanizmanın işletilmesi falan lazım ama savaş şartlarından ona da fırsat bulmak çok kolay değil yani. Türkiye’deki siyasi parti yapılanmaları içinde parti içi demokrasiyi en iyi işletebilen parti her şeye rağmen CHP’dir.. Onun da ne kadar işlettiğini görüyoruz, yarım yamalak halini. Ama parti içi demokrasi açısından şu andaki HDP’ye göre CHP daha ileri noktada.

Sinan Dirlik: HDP’nin işlevini, misyonunu tamamladığını söyleyebilir misiniz?

Celal Başlangıç: Yoo, HDP iyi bir örgütlenme modeli aslında. Türkiye’nin de ihtiyacı olan bir model bu üstelik… Bunu geliştirmek, mekanizmayı demokratikleşmek ve Türkiye’nin batısına yaymak lazım….  Tabi sunumda falan hatalar oldu. Öyle bir sunumdu ki ilk başta bu özyönetim modeli, daha 2010’lardan bahsediyorum. Kürtlerin kendi taleplerine yönelikti. Hatta aradık arkadaşları, bunu Diyarbakır’dan yapmayın dedik. İzmir’de, Tekirdağ’da, Rize’de yapın dedik.

Sinan Dirlik: Ooo, öyle nazınız geçiyor mu? “Arayıp arkadaşları…”

Celal Başlangıç: (Kahkaha atıyor) Fikrimizi söylüyoruz tabii…

Sinan Dirlik: Peki fikriniz soruluyor mu?

Celal Başlangıç: Bazen sordukları da oluyor. Kim sorsa anlatırım, öyle bir şeyim yok. Parti üyesi falan değilim ayrıca. Ben bunları yazdım da. Parti içi demokratik yapı falan… Parti üyesi olsam, yazarsam parti hukukuna, disiplinine aykırı davranacağım, yazmasam mesleğime ihanet edeceğim. En iyisi üye olmazsın!

Sinan Dirlik: Sırrı Süreyya “Bizi tutuklayacaklar” dedi. Böyle bir senaryo öngörüyor musunuz?

Celal Başlangıç: Oraya gidebilir, şu anda ip kopmuş durumda. AKP Kürt bataklığına battı. Bu bataktan nasıl çıkar bilmiyorum. 2011’de de vardı bu. O sırada da BDP’yi kapatmaya kalktılar. Aynı şeyleri tekrar konuşmaktan vallahi sıkılıyorum!

Sinan Dirlik: 91’de de yaşandı! Meclisten sürüklenerek insanlar…

Celal Başlangıç: Tabii! Orhan Doğan’ın ensesinden tutarak falan!

Sinan Dirlik: Buna benzer bir görüntüyle karşılaşma ihtimalimiz?

Celal Başlangıç: Her şey olabilir!

Sinan Dirlik: Bu kadar sert bir süreç mi bekliyorsunuz?

Celal Başlangıç: Şu anda öyle gidiyor. Ama biliyorsun, barışın en iyi göründüğü anda savaşa dönüşebilir. Ya da savaşın en şiddetlendiği anda barış gelebilir.

Sinan Dirlik: Sizin sezgileriniz ne yönde?

Celal Başlangıç: Bunda uluslararası etkilerin de önemi büyük. Şu anda sert bir sürece evrilme eğiliminde. Çünkü AKP girdiği yerden çıkamadı. Hazır Avrupa önemli ölçüde gözünü yummuşken her şeyi deneyecek. Şu anda onu yapıyor zaten. Ama bunun ona çok faydası olacağını sanmıyorum. Tabii uluslar arası dengeler biraz daha aleyhine gelişirse, bir yerde durmak zorunda kalacak diye düşünüyorum. Şu anda bütün işleyen süreç PKK’ye dönük. Çok geri gitmeye gerek yok; 16 Ağustos, ilk sokağa çıkma yasağının koyulduğu tarihtir. 16 Ağustostan bu yana herhalde 3 PKK daha çıkarmıştır bu devlet. Ben panellerde konuşurken söylüyorum. Diyarbakır Cezaevi, Bekaa Vadisindeki Mahsun Korkmaz akademisinden daha fazla gerilla yetiştirmiştir. Şimdi aynı sürece girdik.

Sinan Dirlik: Devlet ihtiyaç duyduğunda Öcalan kartını yeniden devreye sokar mı?

Celal Başlangıç: Bence devlet Öcalan kartını kullanmaya kalktı ama istediği sonucu alamadı. 5 Nisan’dan sonra da denedi bunu. Bu yüzden bir sekreterya oluşturulmuştu, Öcalan’ın talebiydi. Sekreterya dağıtılmış, Aralık sonunda bir başka cezaevine gönderilmiş. Şunu izah ediyor bu: Bunlar Öcalan’a istediklerini dedirtemediler. Hatta kulağımıza şöyle dedikodular geliyor. Öcalan’ın iktidarın talebine karşı yanıtı “başkanlığımı tartıştırmam, onu benden istemeyin” olmuş. Ne istedilerse.

Sinan Dirlik: Bundan sonra Öcalan’ın pozisyonu ne olur

Celal Başlangıç: Buradaki Kürtler de Öcalan’a bakarlar sonuçta. Sözlerini dinlerler ama Öcalan’ın sesini duyabilecekler mi, duyamayacaklar mı? Öcalan’ın sesi duyulmadıkça anlıyoruz ki Öcalan iktidara uygun davranışlarda bulunmuyor.

NE OLDU?

Bu söyleşiden 10 ay sonra, 4 Kasım 2016’da HDP’li 11 milletvekili gözaltına alındı. 9 milletvekili tutuklanarak cezaevine kondu. HDP Eş başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ ile birlikte HDP Grup Başkanvekili ve Bingöl Milletvekili İdris Baluken, Diyarbakır Milletvekili Nursel Aydoğan, Şırnak Milletvekili Leyla Birlik, Mardin Milletvekili Gülser Yıldırım, Hakkari Milletvekilleri Selma Irmak ile Abdullah Zeydan ve Şırnak Milletvekili Ferhat Encu de tutuklandı.

Kürtlerin Biçtiği Ölçü, Erdoğan’ın Kabul Edemeyeceği Kadar Demokratik!

Sinan Dirlik: Daha çatışmaya gidilen bir süreçte devlet belli bir noktada Öcalan’la ortak zemin yakalayabilir mi sizce. Kehanet istemiyorum.

Celal Başlangıç: Tüm bu çatışmaların sonucunda masaya oturma vardır. Ama kim hangi noktadan masaya gelecek onu kestirmek zor. Aktör sonuçta öyle ya da böyle masaya gelecek.

Sinan Dirlik: Peki bu masa kurulduğu zaman ne çıkacak ortaya?

Celal Başlangıç: Şimdi talepleri çok belli.

Sinan Dirlik: DTK’nın 14 maddelik, “tartışmaya açık” talepleri mi?

Celal Başlangıç: Aslında yeni bir anayasada Kürt kimliğinin tanınması ya da kimliksizlik anayasa anlamında…

Sinan Dirlik: DTK taleplerini siz bir zemin olarak görüyor musunuz?

Celal Başlangıç: Bu zaten yeni değil ki? Parti programında da olan, anayasa değişiklerinde de gündeme gelen bir şey bu. Çözüm bu aslında. Şöyle diyebiliriz. Türkiye’de Kürtler devleti zora soktu. Ayrı devlet talebi 1993’e kadardı.  93’ten sonra ayrı devlet kurmaktan vazgeçti PKK. 93’e kadar devletin işi kolaydı. Ayrılıkçı diyordu, işin içinden çıkıyordu. Şimdi ne diyeceksin? Özyönetimci terörist mi diyeceksin yani?

Sinan Dirlik: Özyönetimi bağımsızlık yolunda bir adım olarak ifade ediyorlar diyenler de var?

Celal Başlangıç: O tamamen yalan yanlış bir şey! Ha, ama özyönetimi adam gibi uygulamazsan bağımsızlığa gider o iş. Hatta bağımsızlığa gitmesi için öz yönetime de gerek yok, en katı merkezi devleti uygula, nasılsa bağımsızlık gelir bir gün. Bunlar öyle bir şaşı bakıyorlar ki meseleye, o kadar olur! “Demokrasi olursa memleket bölünür” dediler bir ara. PKK’nin ilk kurşun sıktığı süreçte o kadar güçlenmesi ve daha da aktif hale gelmesi demokrasi koşullarında olmadı ki, 12 eylülün en baskıcı döneminde oldu? Yani onun için bu şaşı bakış düzelmedikçe iş zor. Sonuçta Kürtler dedi ki, “kardeşim ben gitmiyorum buradayım ama kendi kendimi yöneteceğim!”. Bunun için ne yaptı. Kendi yerel yönetimlerinde %85-90-92lerde oy verdi kendini yönetecek insanlara. Döndü parlamentoya soktu %10 barajını da aştı. Adam tek şey istiyor. Bu ülkenin sınırları içinde kalmak ama kendini yönetmek! Kendi valisini seçmek, ana dilinde eğitim istiyor. 14 maddede o olmasın bu olsun önemli değil. sadece imzaladığın Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı Türkiye coğrafyasına uygun hale getir, yeter! Çözmek istiyorsan çözecek yol bulursun!

Sinan Dirlik: Bu arada Erdoğan tutkulu biçimde başkanlık sistemini istiyor. Eh “seni başkan yaptırmayacağız” dendi ama çatışmalar öyle bir noktaya geldi ki, bir yandan pazarlık masasının kurulmasını da istiyor insanlar? Pekii… “Seni başkan yaptırırız ama…” diye bir cümle mi kurulacak bu kez?

Celal Başlangıç: Namık Durukan’ın da Milliyet’te yayınladığı tutanaklarda da var, 2012’de İmralı’da Öcalan “başkanlık olabilir” diyor. “ABD’deki gibi denge-fren sistemiyle olur” diyor. Tayyip Erdoğan’ın başkanlığına yol açabilecek bir projeye Kürtlerin biçtiği ölçü Erdoğan’ın kabul etmeyeceği kadar demokratik. Kürtlerin oradaki çözümü, Erdoğan’ın “ben böyle kalırım daha iyi” diyeceği nokta. Tam “zavallı Obama noktası” yani Erdoğan’ın deyimiyle ve böyle bir noktada uzlaşmanın zor olduğunu düşünüyorum.

Sinan Dirlik: Resmin tamamı o kadar da iyimser değil sonuç itibarıyla…  Gerçeği gösterme derdinde, gazetecilik yapmaya çalışan biri olarak ne kadar yapabiliyorsunuz bunu?

Celal Başlangıç: En azından iletişim alanındaki gelişmeler eskisine oranla daha geniş yazma şansı veriyor. En azından bir yerde yazma ve sesinizi duyurma şansı bulabiliyorsunuz.  Muzaffer ilhan Erdost’un Şemdinli röportajı diye bir kitabı vardır. Adam 67’de Hakkâri’ye askere gidiyor. Giderken de Seyfettin turan, ulus gazetesinin yazı işleri müdür, diyor ki oradan bir röportajla falan gel buraya diyor. Adam 2 sene çalışıyor ve güzel bir röportaj yapıyor. Geldiğinde Seyfettin turan görevden ayrılmış. O röportaj ancak Doğan Avcıoğlu gelip isteyene kadar 2 yıl da adamın evinde bekliyor. Şimdi öyle bir durum yok. Alırsın, siteye koyarsın, duyurabildiğin kadar duyurursun. Bu geniş bir olanak. Basın özgürlüğü dediğimiz hikaye, gazetecinin özgürce yazıp çizmeleri, aklına geleni söylemesi değil, sonuç itibariyle halkın gerçekleri öğrenme hakkından bahsediyoruz. İhlal edilen nokta burası. Ama evvelden de ne düşünüyorsam, bütün riskleri göze alıp yazdım zaten. Konjonktür de bana yardım etti. Tabi merkez medyalarda çalışsaydım pek yapma şansım olmazdı

Sinan Dirlik: İktidarın bu kadar fazla defekti var. Bir yandan yolsuzluklar, bir yandan çok kötü yönetilen Kürt meselesi, aşırı otoriterleşen bir rejim, ekonomik sorunlar. Ama bunun karşılığında da ortaya çıkan sonuç da belli. Türkiye bunu nasıl aşacak?

Celal Başlangıç: Aşılması zor bir problemle karşı karşıya. Mesela 7 Haziran’dan önce şu soruyu çok sormuştum ben. “AKP iktidarı bırakmaya hazır mı?” diye. 7 Haziran’da gördük ki iktidarı bırakmaya hazır değilmiş. Toplumu korkutarak, bir anlamda mecazi açıdan toplumun başına silahı dayayıp ya beni tek başına iktidar yaparsın ya da tetiği çekerim dedi

Sinan Dirlik: Peki muhalefet iktidarı almaya hazır mı sizce?

Celal Başlangıç: Muhalefet de hazır değil aslında. Zaten tek faktör yok, çok faktörlü bir iş bu. Bir yandan iktidarın gücünü pervasızca kullanan bir siyasi anlayış var karşımızda. Diğer yandan da silik, sindirilmiş, akıllıca muhalefet edemeyen yapılar var. Bugün CHP’nin, MHP’nin bu haliyle… Zaten bunlara muhalefet demek de zor. Bunlar da Erdoğan’a güç veren yapılar. Geçmişte de Deniz Baykal’ın CHP’si Erdoğan’a güç verdi. Türkiyenin iktidar sorunu olduğu kadar muhalefet sorunu da var. Tüm faktörler bir arada. İktidar kuşatma harekâtında halkın bilgi alma hakkını sonuna kadar engelleyecek her türlü pervasızlığı yapabiliyor. Biraz kömür-şeker, sen de nasiplenirsin hikâyesi… Yanlış hatırlamıyorsam 20 milyona yakın insanın banka borcu, kredi borcu var. İnsanlar eksi üzerine bir düzen kurmuşlar. Her ay 200 lira açık verebilirim ama aman düzenim bozulmasın! Muhalefette olanlardan biri de gelip bundan daha iyisini kurma konusunda umut vermiyorsa, o zaman niye düzenini değiştirsin insan. Ya 200 liralık açık 500 çıkarsa bir de? Onun için boyun eğiyor…

Sinan Dirlik: Bitirdik hayırlısıyla sohbetimizi. Çok teşekkürler.

Celal Başlangıç: Ben teşekkür ederim.

Benzer İçerikler

spot_img

Son İçerikler

spot_img