13.9 C
İstanbul

Adalet Sessiz Kalmayanların Omuzlarında Yükselir

Yayınlanma tarihi:

Adalet, bir toplumun temel harcı, ortak vicdanının en güçlü ifadesidir. Sadece mahkeme salonlarında değil, hayatın her alanında var olması gereken bir ilkedir. O olmadan hiçbir sistem, hiçbir düzen uzun süre ayakta kalamaz. Adaletin olmadığı bir yerde güven, barış ve toplumsal huzurdan söz edilemez. Çünkü adalet; bir çocuğun güvenle büyüyebilmesi, bir işçinin hakkını alabilmesi, bir gazetecinin korkmadan yazabilmesi, bir kadının özgürce yaşayabilmesi için gereklidir.

Ancak tarih boyunca adalet, çoğu zaman güçlülerin çıkarlarına kurban edildi. Mazlumların sesi bastırıldı, hak arayanlar susturuldu, direnenler ya yok sayıldı ya da cezalandırıldı. Fakat her dönemde, her coğrafyada, haksızlık karşısında susmayan cesur insanlar çıktı. Onlar, çoğu zaman yalnız bırakıldılar; baskıya, tehditlere, zindanlara ve sürgünlere maruz kaldılar. Ama yine de susturulamadılar.

Bu insanlar; bir faili meçhulün peşine düşen bir gazeteci, işkenceyle öldürülen bir evladın hesabını soran bir anne, kaybolan bir yakınını arayan bir baba, yalnızca adil yargılama isteyen bir avukat, susturulmak istenen bir sanatçı ya da insan hakları için yürüyen bir aktivist olabilir. Onların ortak noktası; korkuya teslim olmamış olmalarıdır. Çünkü onlar bilirler ki, adaletsizlik karşısında susmak, zalimin ekmeğine yağ sürmektir.

Adaletsizliğe göz yummak, ona ortak olmaktır. Ve unutulmamalıdır ki büyük kötülükler, her zaman kötülüğün gücüyle değil, iyilerin suskunluğuyla büyür. Sessizlik, zalimin en büyük silahıdır. Bu yüzden, tarihin her döneminde susmayanlar, adaletin gerçek sahipleri olmuşlardır.

Bugün de aynı mücadele devam ediyor. Dünya değişse de adaletin talebi değişmiyor. Gazeteciler gerçeğin peşinde koşmaya devam ediyor. İnsan hakları savunucuları, işkence görenin, kaybolanın, susturulanın sesini duyurmaya çalışıyor. Hukukçular, hukukun siyasallaşmasına karşı direniyor. Ve sıradan insanlar, kendi küçük dünyalarında büyük cesaretler gösteriyor.

Ama bu sadece onların değil, hepimizin mücadelesi. Çünkü adalet, sadece mağdurların değil, toplumun tamamının meselesidir. Günlük hayatlarımızda karşılaştığımız en küçük bir adaletsizlik karşısında bile sessiz kalmak, o adaletsizliğin normalleşmesine zemin hazırlar. Otobüste bir kadına yapılan tacize sessiz kalmak da, iş yerinde bir çalışanın hakkının yenmesini görmezden gelmek de, mahkemede adaletsizce verilen bir kararı kabullenmek de adaletin yaralanmasına neden olur.

Unutmayalım ki adalet, güçlülerin bir lütfu değil, hak edenlerin mücadelesiyle kazanılan bir değerdir. Bugün eğer bir yerde hak yerini buluyorsa, o hak geçmişte birilerinin ödediği bedeller sayesinde yerini bulmuştur. Ve eğer gelecekte daha adil bir dünyada yaşamak istiyorsak, bugünden mücadele etmek zorundayız.

Çünkü adalet, en çok ihtiyaç duyulduğunda sessiz kalmayanların omuzlarında yükselir. O omuzlar, bazen bir annenin titreyen elleri, bazen bir öğrencinin haykıran sesi, bazen bir gazetecinin kalemi, bazen de bir halkın susmayan yüreği olabilir. O yüzden, ne kadar uzak görünse de adaletin yolu, bugün attığımız her cesur adımla biraz daha yakına gelir.

Adalet, insanlık tarihinin en temel ve en güçlü taleplerinden biridir. Ancak adaletin gerçekte ne olduğu, nasıl inşa edildiği ve kimler tarafından savunulduğu, bazen sessiz kalmayan bireylerin kahramanlıklarına, bazen de toplumsal direnişin gücüne bağlıdır. Gerçek adalet, yalnızca yasal sistemlerde değil, her bireyin yaşamında ve toplumda var olması gereken bir ilkedir. Adaletin dünyada yükselmesine katkıda bulunan birkaç cesur insanın mücadelesine odaklanarak, adaletin ne kadar büyük bir toplumsal güç oluşturduğunu inceleyeceğiz.

Rosa Parks: Otobüste Başlayan Devrim

1955 yılının Aralık ayıydı. ABD’nin Alabama eyaletinde, Montgomery kentinde sıradan bir akşamdı. Rosa Parks, gün boyu terzilik yaptığı işten yorgun argın otobüse bindi. Jim Crow yasalarının hüküm sürdüğü güney eyaletlerinde, siyahların otobüslerde yalnızca belirli koltuklara oturabildiği günlerdi.

O akşam, beyaz bir yolcu bindi ve şoför, Rosa’ya koltuğunu vermesini söyledi. Rosa, “Hayır,” dedi. Sakin, kararlı, ama sarsıcı bir “hayır.”

O “hayır”, yalnızca bir koltuğun reddi değildi. Siyahların yıllardır süren ayrımcılığına, aşağılanmasına, sessiz kalmalarına bir isyandı. Rosa Parks tutuklandı. Ama onun tutuklanmasıyla, yıllarca biriken öfke sokaklara taştı.

Ertesi gün Montgomery’de siyahlar, Rosa’nın tutuklanmasına karşılık olarak otobüsleri boykot etmeye başladılar. Başlangıçta bir gün sürecek denilen bu eylem 381 gün sürdü. İnsanlar işe yürüyerek gittiler, birbirlerine destek oldular, pes etmediler. Bu direnişin başına genç bir vaiz geçti: Martin Luther King Jr.

Montgomery Otobüs Boykotu, ABD’de Sivil Haklar Hareketi’nin başlangıç noktası oldu. Yıllar sürecek ve sistemin köklerini sarsacak bir eşitlik mücadelesinin kapısını araladı.

Rosa Parks ne bir politikacıydı, ne de ön saflarda yürüyen bir aktivist. O, sadece “Artık yeter” diyen bir kadındı. Ama onun sessiz çığlığı, milyonların sesine dönüştü.

Bugün ABD’de her yıl 1 Aralık, Rosa Parks Günü olarak anılıyor. Onun direnişi, bireyin toplumu nasıl dönüştürebileceğinin en güçlü örneklerinden biri olarak hâlâ ilham veriyor.

“Bir çığlıkla başlar bazen adalet.

Bir koltuktan kalkmayarak, bir halkı ayağa kaldırırsın.”

Mahsa Amini: İran’da Kadınların Çığlığı

22 yaşında bir kadın…

2022’nin Eylül ayında ailesiyle birlikte Tahran’a gitmişti. Başörtüsü kurallarına “uygun olmayan” şekilde taktığı gerekçesiyle ahlak polisi tarafından gözaltına alındı. Kısa süre sonra hastaneye kaldırıldı. Kafasında ağır darp izleri vardı. Üç gün sonra yaşamını yitirdi.

Jina Mahsa Amini’nin ölümü, yalnızca bir kadının öldürülmesi değildi.
O gün İran’da milyonlarca kadının yüreğine bastırdığı öfke infilak etti. Sadece kadınlar değil, erkekler de, çocuklar da, yaşlılar da sokaklara döküldü. Mahsa’nın adı artık her ağızdan bir isyan olarak çıkıyordu. Kürtçe ismi Jina, sistemin bastırmak istediği kimliğini de açığa çıkarıyordu.

O günden itibaren İran sokaklarında yankılanan tek bir slogan vardı:

“Jin, jiyan, azadî.”/ Kadın, yaşam, özgürlük.

Bu slogan, Rojava’dan İran’a, oradan tüm dünyaya yayıldı. Protestolar sadece başörtüsü dayatmasına karşı değil, erkek egemen rejime, baskıya, ahlak polisliğine, devlet şiddetine karşı bir kalkışmaya dönüştü. Genç kadınlar başörtülerini çıkarıp yaktı. Erkekler onlara destek verdi. Öğrenciler, işçiler, öğretmenler susturulmak istendikçe daha yüksek sesle konuştular.

Rejim gözaltılarla, işkencelerle, infazlarla yanıt verdi. Ama bir şey artık değişmişti:
İran’da korku duvarı yıkılmıştı.

Jina Mahsa Amini’nin ölümü, bir halkın dirilişine dönüştü.

Onun çığlığı, sınırları aştı. İstanbul’dan Paris’e, Berlin’den Şili’ye kadar kadınlar Mahsa’nın adını haykırdı. Onun ardından başlatılan mücadele, kadın özgürlüğünü sadece İran’da değil, tüm Ortadoğu’da yeniden gündeme taşıdı.

“Bir kadının fısıltısı, milyonların çığlığına dönüştü.

Mahsa susturuldu ama kadınların sesi daha da çoğaldı.”

Tahir Elçi: Minarenin Altında Kalan Adalet

“Silahlar sussun, insanlar yaşasın.”

Bu söz, Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi’ye aitti. Yıllarını faili meçhullere, zorla kaybetmelere, işkencelere karşı hukuk mücadelesine adamış bir avukat, bir insan hakları savunucusu ve barış sesiydi.

Ama bu cümleyi kurduktan sadece günler sonra, 28 Kasım 2015’te, tarihi Sur ilçesinde yer alan Dört Ayaklı Minare’nin dibinde vurularak öldürüldü. Kamera kayıtları, silah sesleri, kaotik anlar vardı ama kimse o kurşunun nereden geldiğini “göremedi.” Ve adalet, bir kez daha yerde yatan bir bedenin yanına düştü.

Elçi, o sabah yaptığı basın açıklamasında, “Bu kadim yapıların tahrip edilmesine karşı çıkıyoruz. Bu çatışmalı ortam burada son bulsun,” diyordu.

Yani sadece adaleti değil, yaşamı, kültürü, hafızayı da savunuyordu.

Tahir Elçi’nin ölümünden sonra Diyarbakır’da on binler sessiz yürüyüşler yaptı. Sadece Kürtler değil, Türkiye’nin dört bir yanından hukukçular, akademisyenler, gazeteciler, vicdan sahipleri “Bu suikast aydınlatılmalı” dedi. Ama yıllar geçti, dava dosyası sürüncemede kaldı, yargı suskun kaldı.

Ama Tahir Elçi’nin çığlığı susmadı.

Onun adı, barış çağrısı yapan her cümlede yeniden yankılandı. Türkiye’de hukukun geldiği yer tartışılırken, hep onun o son anı hatırlandı. Ve adaletin ne kadar uzakta olduğu…

“Bir insan ölür, ama inandığı şey yaşamaya devam eder.

Tahir Elçi gitti, ama onun düşleri, adalet için hâlâ ayakta duranlar sayesinde ayakta.”

George Floyd: Nefessiz Kalan Dünya

25 Mayıs 2020. ABD’nin Minneapolis kentinde, 46 yaşındaki George Floyd, sahte banknotla alışveriş yaptığı iddiasıyla gözaltına alındı. Olay basit gibi görünüyordu. Ama dakikalar içinde dünya nefesini tuttu.

Beyaz bir polis memuru, Floyd’un boynuna dizini bastırdı. Tam 9 dakika 29 saniye.
George defalarca, “I can’t breathe – Nefes alamıyorum,” dedi.

Çevredeki insanlar yalvardı, kamera kayıtları her şeyi gösterdi.
Ama Floyd’un hayatı, o kaldırımda, polis şiddetinin gölgesinde sona erdi.

Bu bir cinayetti. Ama sıradan bir cinayet değil.

Yıllardır ABD’de sistematik ırkçılık, polis şiddeti ve siyah karşıtı uygulamalarla ezilen bir halkın patlama noktasıydı. Floyd’un ölümü, adeta bastırılmış bir çığlığın taşıp sokaklara dökülmesiydi.

Protestolar önce Minneapolis’te başladı. Sonra tüm ABD’ye, ardından tüm dünyaya yayıldı.
Milyonlarca insan, “Black Lives Matter – Siyahların Hayatları Değerlidir” sloganıyla yürüdü.

Heykeller yıkıldı, polis teşkilatları sorgulandı, reformlar tartışıldı.

Sokaklar adeta George Floyd’un mezar taşına dönüşmüştü: Bir çığlık, milyonlarca yankı.

George Floyd’un adı artık sadece bir kurban olarak anılmıyor. O, sistemin içine işlemiş adaletsizliğe karşı ayağa kalkan milyonların sembolü. Polis memuru yargılandı, suçlu bulundu, ceza aldı. Ama George geri gelmedi. Yine de onun son nefesi, sistemin içindeki kara deliklere ışık tuttu.

“Bir adam nefesini kaybetti.

Ama onun nefesi, bir halkın haykırışına dönüştü.”

Nelson Mandela: Apartheid’e Karşı Direniş

1918, Güney Afrika.

Nelson Mandela, 20. yüzyılın en önemli figürlerinden biri olarak, yalnızca kendi halkının değil, tüm dünyanın özgürlük mücadelesinin simgesi haline geldi. Fakat Mandela’nın mücadelesi, tek bir anın ötesinde, bir hayatın özüdür. Bir halkın özgürlüğü, bir bireyin çığlığıyla başlamıştı.

Nelson Mandela, Güney Afrika’da siyahların ve beyazların eşit haklara sahip olmadığı apartheid rejimine karşı mücadele etmeye başladığında, yalnızca bir avukat, bir aktivistti. Ama bu mücadele, birkaç yıl içinde onu sadece Güney Afrika’nın değil, tüm dünyadaki ırkçılığa karşı bir simgeye dönüştürdü.

Mandela, 1962’de tutuklanıp 27 yıl boyunca hapis yattı.

Onun hapisliği, sadece bir kişiye yapılan haksızlık değil, tüm dünyadaki ırkçılığın ve ayrımcılığın bir sembolü oldu. Mandela, hücresinde sadece kendi halkı için değil, tüm dünyanın özgürlüğü için savaşıyordu.

1990’larda serbest bırakıldı ve bir yandan apartheid rejimine karşı direnişi sürdürürken, diğer yandan Güney Afrika’nın ilk siyah Cumhurbaşkanı olarak göreve başladı.

Mandela, sadece bir halkın değil, tüm insanlığın adalet mücadelesine ilham verdi. Hapsedildiği yıllarda bile, onun adı dünyanın dört bir köşesinde yankılanıyordu. Protestolar, boykotlar ve küresel kamuoyu baskısı, apartheid rejimine karşı gücünü artırdı.

“Beni hapse koyabilirsiniz, ama özgürlüğümü asla alamazsınız” diyen Mandela, bu sözlerle sadece kendini değil, direnen tüm halkları özgürleştiren bir simge haline geldi.

1993’te Nobel Barış Ödülü’nü kazandığında, sadece kendi halkı için değil, dünyadaki tüm adalet arayışlarının bir sembolüydü.

Mandela’nın çığlığı, Güney Afrika’nın sokaklarına, cezaevlerine, toplantı odalarına ve dünya çapında milyonların kalbine yayıldı.

O, sadece siyahların hakları için değil, tüm insan hakları için savaşan bir kahramandı. Nelson Mandela, direnişiyle sadece apartheid rejimini değil, insanların özgürlük ve eşitlik taleplerini tüm dünyaya duyurdu.

“Bir insanın hapisliği, tüm dünyada bir devrime dönüşebilir.

Ve adalet, tek bir kişinin mücadelesiyle tüm insanlığa yayılabilir.”

Benzer İçerikler

spot_img

Son İçerikler

spot_img