8.7 C
İstanbul

Bu Hafta: 12 Nisan- 18 Nisan

Yayınlanma tarihi:

12 Nisan’dan 18 Nisan’a bu hafta yaşayanlar, yaşananlar, iz bırakanlar… 

12 NİSAN

Korkunç cephelerde süren iki büyük savaş bitmiş, insanlık ve iki keskin, zıt kutba ayrılan dünya olanca yorgunluğuna aldırmadan yepyeni bir savaşa girişmişti.

Rejim değişikliğinden sonra ilk savaştan “etik sebeplerle” çekilen Sovyetler Birliği, ikinci savaşa Nazi Almanya’sı ile imzalanan “saldırmazlık paktı” anlaşmasının ihlaliyle dahil olacaktı. Bu kez de özellikle Polonya işgali sebebiyle etik anlamda yaptığı hatalarla eleştirilen SSCB, 1945’te Almanya’yı işgal edip Berlin’i ele geçirerek Nazi rejimine son vermişti. Artık yeni dünyanın ABD karşısındaki kutbu olarak uzun bir soğuk savaşa girişecekti.

Siyasi, ideolojik, ekonomik ve askeri rekabete dayanan, genel anlamda ise kapitalizm ile komünizmin çekişmesi olarak değerlendirilebilecek bu sürecin ilerleyen dönemlerinde teknolojik rekabet de yükselecek ve uzay yarışları başlayacaktı. Bu anlamda ilk büyük zafere SSCB imza attı ve Sovyet kozmonot Yuri Gagarin, 108 dakika süren bir yolculuğun ardından uzaya çıkan ilk insan olarak tarihe adını yazdırdı. Bu başarısının ardından Sovyetler Birliği’nde büyük bir kahraman haline gelen Gagarin, kozmonot figürünü popülerleştirerek birçok insana da ilham kaynağı oldu.

Yuri Gagarin’in 64 yıl önce bugün attığı adım sayesinde insanlığın uzaydaki yolculuğunun başlangıcı kabul edilen bu tarih, tüm dünyada halen “Uzay Günü” olarak kutlanıyor.

*

Memleketin en çetrefilli konularını, olağanüstü bir beceriyle kullandığı ironik dili ile irdeleyen Kürt gazeteci ve yazar Evrim Alataş’ı, 15 yıl önce bugün kaybetmiştik. O da 34 yıllık kısacık ömrüne sığdırdığı mücadelelerden yalnızca birini, kansere karşı olanını kaybetmişti.

Özellikle Kürt kimliği, kadın hakları ve genel anlamda insan hakları konularını kara mizaha yaklaşan eleştirel üslubuyla tartışan bir yazar olan Alataş, yazdığı sayısız yazı ile Kürtçe ve Türkçe editör olarak da birçok dergi ve gazetede çalışmıştı. Radikal gazetesinin en aktif olduğu dönemlerde “Radikal İki” ekinin en önemli imzalarından biriydi. Bununla birlikte, Kürt Sorununu çocukların gözünden anlattığı ve senaryosunu da yazdığı “Min Dît” (Ben Gördüm) öyküsüyle, 46. Altın Portakal Film Festivali’nde “En İyi Öykü Ödülü”nü kazanmıştı.

2003 yılında Aram Yayınları’ndan çıkan “Mayoz Bölünme Hikayeleri”nden sonra, vedasından ise bir yıl önce “Her Dağın Gölgesi Denize Düşer” adında bir de roman yayımlamıştı. Bu romanı gibi yine İletişim Yayınları’ndan çıkan “Biz Bu Dağın Çiçeğiydik” adlı kitabında ise, güncelliği asla kaybolmayan yazıları toplanmıştı.

Sevgili Evrim’i çok seviyor ve çok özlüyoruz.

13 NİSAN

“Biliyorum, kolay değil yaşamak;

Ama işte

Bir ölünün hala yatağı sıcak,

Birinin saati işliyor kolunda.

Yaşamak kolay değil ya kardeşler,

Ölmek de değil;

Kolay değil bu dünyadan ayrılmak.”

 

Evrim’den sadece iki yaş daha büyüktü öldüğünde, bu dizelerin eşsiz ve dev şairi…

O da kısacık ömrüne dünyalar sığdırmış bir hayat mahiri ve yetenek abidesiydi. O da en çok ironisiyle, eğlenceli ve mizahi diliyle damga vurmuştu Türkçeye ve Türk şiirine.

Bugün doğdu Orhan Veli: “İstanbul’da, Boğaziçi’nde. Tarifsiz kederler içinde.”

Türk şiirinde köklü bir değişim yaparak gündelik dili bir sanat haline getiren Veli sık sık kullandığı alaycılıkla da içine yuvarlandığı melankoliyle de kendinden sonrasına ilham olanlardan biriydi. O derece ki, Türkçe şiirin en üretken, en kalabalık, en sevilen akımlarından olan “İkinci Yeni” den sonra, Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet’in birlikte yarattıkları “Garip” ekolü “Birinci Yeni” olarak isimlendirildi.

Ancak Türkiye ona da başka bir anlamda iyi davranmadı çünkü çok “Türkiyelik” bir tuzakla aramızdan ayrıldı. Ölümüyle, ölüm biçimiyle de bu ülkenin halini en iyi anlatan insandı. Ankara’da, belediyenin kazdığı bir çukura düşerek öldü Orhan Veli. Ama bugün değil, şimdi değil, hayır…

Bugün onun 111. doğum günü. Bize ne hacet, kendisi anlatsın kendisini:

“Ben Orhan Veli

‘Yazık oldu Süleyman Efendiye’

Mısra-ı meşhurunun mübdii..

Duydum ki merak ediyormuşsunuz,

Hususi hayatımı,

Anlatayım:
Evvelâ adamım, yani

Sirk hayvanı falan değilim.

Burnum var, kulağım var,

Pek biçimli olmamakla beraber.

Bir evde otururum,

Bir işte çalışırım.

Ne başımda bulut gezdiririm,

Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet.

Ne İngiliz kıralı kadar

Mütevazıyım,

Ne de bay Celâl Bayar’ın

Ahır uşağı kadar aristokrat.

Ispanağı çok severim.

Puf böreğine hele

Bayılırım,

Malda mülkte gözüm yoktur.

Vallahi yoktur.

Oktay Rifat’la Melih Cevdet’tir

En yakın arkadaşlarım.

Bir de sevgilim vardır pek muteber;

İsmini söyleyemem

Edebiyat tarihçisi bulsun.

Ehemmiyetsiz şeylerle de uğraşırım,

Meşgul olmadığım ehemmiyetsiz

Sadece üdeba arasındadır.

Ne bileyim,

Belki daha bin bir huyum vardır.

Amma ne lüzum var hepsini sıralamaya?

Onlar da bunlara benzer.”

*

2015’in 13 Nisan’ı da edebiyat severlere iyi davranmadı. Aynı gün, iki büyük isim ayrıldı aramızdan: Günter Grass ve Eduardo Galeano.

Önümüzdeki hafta hem bireysel hem de toplumsal geçmişle yüzleşmek ile ilgili bize daha yakın şeyler de konuşacağız ama önce bu anlamda, geç de olsa büyük bir cesaret örneği göstermiş çok yönlü bir sanatçıyı, Günter Grass’ı ağırlayalım.

Alman edebiyatının dünyaca tanınmış, Nobel edebiyat ödüllü isimlerinden biri olarak yazarlığının yanı sıra ressam ve heykeltıraş da olan Grass, bu disiplinlerin hepsinde aynı derdin peşindeydi: Almanya’nın Nazi geçmişiyle yüzleşmesi için sadece sanatsal değil politik olarak da mücadele etmekten geri durmadı. Tarih, hafıza, savaşın etkileri, bireysel ve toplumsal vicdan; özellikle savaşların yarattığı travmalar ve ahlaki çöküşlere rağmen bireyin topluma karşı olan sorumlulukları üzerine yoğunlaştı.

1959’da “Teneke Trampet” ile başladığı “Danzig Üçlemesi” serisi tüm dünyada büyük bir ses getirdi. Üç yaşında iken büyümeyi reddeden ve dünyada yaşananlara trampet çalarak itiraz eden bir çocuğun gözünden anlatılan bu özgün hikâye, Volker Schlöndorff tarafından sinemaya uyarlanmış ve hem Oscar hem de Altın Palmiye kazanmıştır.

1999’da Nobel’i alan Grass, 2006 yılında yayımladığı “Soğanı Soyarken” adlı otobiyografik romanındaki itirafıyla ise tüm dünyada hem büyük bir şaşkınlık yaratmış hem de daha büyük bir saygınlığa ulaşmıştı. “Solculuğu” ile tanınan yazar, “hiç gereği yokken” itiraf ettiği bu şahsi “lekesiyle” yüzleşmeyi göze alarak, hayatı boyunca yaptığı çağrıyı daha net bir yere oturtmuş oluyordu. Grass, genç yaşta Nazi Almanyasının askeri birliklerinden Waffen-SS’e katıldığını açıklamıştı. O yaşta, tümüyle “ailesini koruma” refleksiyle hareket ettiğini düşünse de büyük utanç duyduğu bu deneyimi bizzat ifşa eden Grass, bugün, “Almanya’nın vicdanı” olarak anılıyor.

Mizahi diliyle, daha önce andığımız Alataş ve Veli’den hiç eksik kalmayan usta, geçmişin(in) karanlığını gizlemeyi ya da reddetmeyi değil, onunla yüzleşmeyi seçtiği için sanatı kadar insanlığıyla da tereddütsüz bir saygıyı sonuna kadar hak ediyor.

Trampet çalarak bir hayli başını şişirdiği ve bu yolla kendine getirdiği gezegene, 10 yıl önce bugün veda etti.

*

“El pueblo unido jamas sera vencido.”

Latin Amerika’dan yükselip bütün dünyaya yayılan ve gerçekliğini hâlâ koruyan bu sloganda söylendiği gibi, “Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez.”

Geçen hafta andığımız “militan gazeteci” Metin Göktepe gibi, kaleminin gölgesini hep ezilenlerden; sömürgecilere, emperyalistlere ve faşistlere karşı direnenlerden yana düşürmüş Latin Amerikalı (Uruguay, 1940) gazeteci yazar Eduardo Galeano da 13 Nisan 2015 günü akciğer kanseri sebebiyle ayrıldı aramızdan.

Çocukluğunun en büyük hayallerinden birini gerçekleştirip de futbolcu olamadı ama futbola olan tutkusu da asla son bulmadı. “Gölgede ve Güneşte Futbol” adında öyle bir kitap yazdı ki, bu spora olan bakışını, futbol kültürünün Latin Amerika ve tüm dünyada neye tekabül ettiğini anlatarak hem kendi çocukluğuna hem de bize müthiş bir armağan vermiş oldu.

“Tarihi kazananlar değil, ezilenler yazmalı” diyen ve halkların anlatıcılığına çok erken soyunan Galeano, “neredeyse evrensel bir tarih” dediği “Aynalar”la bu göreve de soyundu ve o eşsiz, alternatif (belki de hakiki) tarih anlatısını kurdu.

Kendi doğduğu topraklarda yasaklanmış aydınlardan biri de oydu. ABD ve Avrupa’nın, kıtanın doğal kaynaklarını nasıl yağmaladığını gözler önüne serdiği “Latin Amerika’nın Kesik Damarları”, başucu eserlerindendir.

Yaşıyor… Ve o sloganı atmayı sürdürüyor!

14 NİSAN

Tarihi ezilenler yazdığında ismi ilk sıralarda olacak ama “kazananlar” yazsa ne çıkar? Bir yere şunu yazmak zorunda kalacaklar: “(Kazananların) yazdığı tarih boyunca, Fransa’nın en genç felsefe öğretmenlerinden biri oydu ve galiba bu, onun en basit unvanıydı. Engelleyemedik, ‘pardon’!”

Fransa’nın en genç felsefe öğretmenlerinden biri, kadınların tarih boyunca “öteki” olarak konumlandırıldığını ve erkek egemen toplumlar tarafından baskılandığını analiz eden ilk büyük feminist metinlerden biri olan “İkinci Cins”in yazarı, varoluşçu düşünür ve yazar olan bir kadındı: Simone de Beauvoir.

Modern feminizmin temel metni olarak kabul edilen “İkinci Cins”te “Kadın doğulmaz, kadın olunur” diyen Beauvoir, kadınlığın biyolojik olmaktan öte toplumsal bir kimlik olarak inşa edildiğini vurguladı. Kadın özgürlüğünün ekonomik bağımsızlık ve eğitimden geçtiğini öne sürmekle birlikte, onların toplumsal baskılar nedeniyle yaşadığı ruhsal çöküşleri de Freudyen yönü ağır basan yaklaşımıyla sürekli tartışmıştı. Kadının “ötekiliği” üzerinde dururken, bu tanımın erkek merkezli yaklaşımını ise şöyle özetledi: “Erkek, kadını yalnızca bir cinsel varlık olarak tanımlayarak kendisini insan olarak konumlandırır; kadın ise yalnızca ‘öteki’dir.” Öte yandan, bugün halen tartışılan kürtaj hakkı ve toplumsal cinsiyet eşitliği konularında bir yazar ve filozof olmanın ötesinde aktif mücadele etmiş, militan bir feministti.

Kaleminin gücü kendi alanından taşıp, ona, 1954 yılında Fransa’nın en prestijli edebiyat ödülü Goncourt’u “Mandarinler” adlı romanıyla kazandırdı.

14 Nisan 1986’da hayatını kaybetti Beauvoir… Ve şimdi sizi bir gün sonrasına ama onun öldüğü günden altı yıl öncesine götüreceğiz. Yine de aynı mezarda buluşacağız! Hazır mısınız?

15 NİSAN

Ama önce, 1929 yılındayız… Sorbonne Üniversitesi’nin felsefe yeterlilik sınavında kıyasıya bir kapışma var. Muhtemelen şunu da konuşmuş ve tartışmışlardır aralarında: “Tarih başka türlü yazılsa sonuç değişir miydi? Peki, bu sınavı ‘birinci’ ve ‘ikinci’ bitirenlerin isimleri yer değiştirir miydi?” Kesin tartışmışlardır! Tanışmaları, bu tartışmayla başlamış bile olabilir.

O sınavın birincisi Jean-Paul Sartre, ikincisi Simone de Beauvoir’dı.

Birbirlerinden hem düşünsel hem de duygusal olarak etkilendiler. Bir erkek olarak Sartre şaşırtmadı ve çok geçmeden evlilik teklif etti. Beauvoir ise netti: Evliliğin kadınları bağımlı hale getirdiğini söyleyerek reddetti. Bundan sonra felsefi, edebi ve siyasi olarak birbirlerini etkileyen ve destekleyen “zorunlu bir aşk” ve “sonsuz bir ilişki” içine düştüler. Onların aşkı fiziksel bir çekimden çok entelektüel bir uyum ve birlikteliğe dayanıyordu. Cezayir’in bağımsızlık savaşına birlikte omuz verdiler, 1968’de Paris’te başlayıp tüm dünyaya yayılan öğrenci ayaklanmalarında devrimci gruplarla birlikteydiler. Che Guevara ile birlikte görüştüler. Birbirlerinin yazdıklarını tartışıp eleştirdiler. Birbirlerinin “her şeyi” olmayı, birbirlerinin hiçbir şeyine sınır çizmeden becerdiler.

Edebiyat vurgunu yemiş felsefecilerden biriydi Sartre. Grass gibi onun da bir askerlik macerası oldu. İkinci Dünya Savaşı esnasında Fransız ordusunda görev yapıp, Almanlara esir bile düştü ancak savaş bittikten sonra entelektüel ve politik bir yeri benimsedi. Beauvoir insanlık ve erkeklik içinde “kadın” tanımının peşindeyken, o, “İnsan önce var olur, sonra kendisini tanımlar” diye mırıldanıyordu. Kim olduğumuzu bizzat kendi seçimlerimizle belirleyeceğimiz konusunda ısrarlıydı ve “özgürlüğe mahkûm” canlılar olduğumuz konusunda şüphesi yoktu. Tercih ile esaretin, zorunluluk ile sorumluluğun sınırlarını çok net bir biçimde çiziyor, sık sık “Simit sat, onurlu yaşa” diyecek gibi oluyordu! Militan bir filozoftu.

Tıpkı Beauvoir gibi onun kalemi de edebiyata hayli yatkındı. “Bulantı”, “Duvar” ve “Sinekler” gibi önemli eserler kaleme aldı. Bu sayede Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı ama Sartre bu kez de Sartre olarak şaşırtmadı. “Bir yazar, herhangi bir kurum tarafından onurlandırılmamalıdır,” diyerek ödülü reddetti. 15 Nisan 1980 günü hayata veda etti. Altı yıl sonra, Beauvoir ile aynı yerde buluştular. Artık orada ne muhabbetler dönüyor, bilmiyoruz… İkisini de saygıyla anıyoruz.

*

Neydi bugün günlerden? 15 Nisan… Bakın, yeniden doğdu Evrim Alataş: Çok yaşasın!

16 NİSAN

“Bu Hafta”nın bir coğrafyası var, eni konu: Latin Amerika. Üstelik daha bitmedi! “Bu Hafta”nın bir teması da var, onu Ulus Baker özetlesin. Mesela şöyle desin: “Yazmak iletişim kurmak değil, direnmektir.” Bitmeyecek!

Herkes, becerileri ölçüsünde omuz verir inandığı ve savunduğu şeye: Üreterek, yazarak, çizerek, sokak hayvanlarını besleyerek ya da sahiplenerek, barikat kurarak, şarkı söyleyerek… Bazen de bir martıya uçmayı öğreterek… Ama eninde sonunda direnerek!

Bir Latin Amerikalı militan gazeteci-yazar daha var karşımızda: Luis Sepulveda.

Onun gönlü de düşmüştü edebiyata ama önce sosyalizme. Genç yaşlarda sol hareketin içerisinde aktif olarak yer aldı. Salvador Allende hükümetine yürekten destek verdi ancak Allende’nin devrilmesinden sonra Pinochet diktatörlüğüne karşı da aynı tutku ile mücadele etti. Bu nedenle tutuklandı ve 2,5 yıl cezaevinde kaldı, sonrasında ise Uluslararası Af Örgütü’nün girişimleriyle “serbest bırakıldı” ama bu kez de sürgün edildi. Enternasyonalist bir sosyalist olarak “sürgün” mefhumunu dahi boşa çıkardı ve Nikaragua’ya giderek Sandinist Devrimi’ne katıldı. Kuşkusuz, o da sayısız kez tekrarlamıştır: “El pueblo unido jamas sera vencido!”

Gabriel Garcia Marquez’e özgü “büyülü gerçekçilik” tarzında metinler yazan Sepulveda, tıpkı Galeano gibi Latin Amerika’nın sosyal ve politik gerçeklerini anlatmaya büyük önem verdi. 1989’da yayımlanan “Patagonya Ekspresi” adlı romanı edebi başarısının yanı sıra bu anlamda önemli bir kaynak da sayılır. Ancak, en sevimli ve tabii ki devrimci çıkışını olağanüstü bir çocuk kitabıyla yaptı: “Martıya Uçmayı Öğreten Kedi.” 1996’da yayımlanan bu muazzam hikâye tüm dünyada basıldı ve herkes için büyük bir ilham kaynağı oldu. Kirli bir petrol denizinde can çekişirken yumurtasını bir kediye emanet eden martı Kengah’ın, hayata veda ederken gözü arkada kalmamıştı. Zorba isimli kedi, yumurtadan çıkan martıyı sahiplenmiş, ona uçmayı öğretmiş, hikâye boyu dayanışmanın ve farklılıklara saygının ateşi yükselmişti.

Baştan aşağı bir doğa aşığı olan ve ekolojik mücadeleye de katılan Sepulveda’yı, beş yıl önce bugün uğurladık. O, hepimize çok şey öğretti, onun kahramanı olan bir kedi, bir martıya uçmayı öğretti; biz insanlara kedi çiğnememeleri, köpek tekmelememeleri, kuşları, kurtları, geyikleri ve birbirlerini vurmamaları gerektiğini anlatmaya çalışıyoruz hâlâ. Pek de öğrenmiş sayılmayız demek ki…

17 NİSAN

Ne diyorduk?

Latin Amerika… Yazmak… Direnmek… Barikat… Militan… Sürgün… İsyan… Bir de büyülü gerçekçilik… Yani, Gabriel Garcia Marquez.

“Anlatmak için yaşadığını” söylemişti Marquez. Bu sözünden nefesi değil, hafızası onu terk edene kadar bir an bile geri adım atmadı.

Tıpkı Jean-Paul Sartre gibi hukuk öğrenimi gördüğü halde, yirmili yaşların başından itibaren Latin Amerika’nın önemli gazetelerinde boy gösteren acar bir muhabir oldu önce. Bir gün gazetede onun imzasıyla bir hikâyenin tefrikası yayımlanmaya başladı: “Bir Kayıp Denizci”. Hikâyenin ya da haberin sonunda, hükümetin organize ettiği bir kaçakçılık tüm ayrıntılarıyla ortaya çıkmıştı. Gazete, “bi iş için” İtalya’ya gönderdi Gabo’yu, hükümet “haberin gerçeği yansıtmadığını” duyurdu ve aynı hükümet, Marquez kadar ciddiye alınmadığını görür görmez gazetenin yayınını durdurdu. Bunu da anlattı, “Albaya Mektup Yazan Kimse Yok”ta: “‘Haberlerde ne var?’ diye sordu albay. Doktor ona birkaç gazete verdi. ‘Hiç kimse bilmiyor,’ dedi. ‘Sansürcülerin basılmasına izin verdiği satırların aralarını okumak zor.’”

Sadece kendi ülkesinde değil, Latin Amerika’nın tamamında sosyalistlere, gerilla mücadelesi yürütenlere açık bir şekilde destek vermekten hiç çekinmedi. Fidel Castro ile dostluğu dahi eleştiri konusu olabilirken, o, bazı örgütlere yaptığı maddi manevi destekleri bile hiçbir zaman gizlemedi. Sartre’ın reddettiği Nobel ödülü ise Marquez gibi büyük bir yazar için iki şey ifade ediyordu: Uzun süre yasaklı olduğu ülkesine dönmesi yönünde yapılan davet ve er ya da geç tüm dünyaya yayılacak eserlerinin biraz daha erken duyulmaya başlaması. O kadar. “Yazmayı sürdürmek isteyen ünlü bir yazar şöhrete karşı kendisini daima korumalıdır” diyordu. Yoksa o da, “herhangi bir kurum tarafından onurlandırılamayacak kadar” büyük bir yazar olduğunu biliyordu.

Ortak hafızamızı diri tutmak için sonuna kadar mücadele etmiş bu büyük yazar, demans hastalığı sebebiyle ömrünün son demlerinde unutkanlıkla sınanmıştı. 2014 yılında, bugün kaybettik.

Ama Gabo hâlâ kâinatta bir renktir. “Bir sona geldiğin için üzülme, onu yaşadığın için gülümse” diyen bir ses. Yalnızlığı getiren değil, onu sonlandıran bir nefes.

Marquez için teşekkürler hayat, hakikat için teşekkürler Marquez!

18 NİSAN

Kimdi Orhan Veli’nin “en yakın arkadaşları”, hatırlıyor musunuz? Melih Cevdet ve Oktay Rifat… 1941’de yayımlanan “Garip” kitabında bu üç büyük şairin imzası vardı. “İkinci Yeni”ye en çok yaklaşan ya da daha doğru bir ifadeyle onu en çok çağıran ise, Oktay Rifat’tı.

Hukuk okudu, şiir, oyun ve roman yazdı. Öylesine özgün, mizahi ve ironik bir dili vardı ki, “Garip” akımıyla olduğu kadar kendi bağımsız imzasıyla da çığır açmaması imkânsızdı.

“Bu Hafta” andığımız can dostu Orhan Veli’nin doğduğu ve şiirini de yazdığı ayda ama ondan tam 38 yıl sonra bugün ayrıldı aramızdan Oktay Rifat. “Ağzımızın tadı yoksa”, ondan biraz da…

“Ağzımın tadı yoksa, hasta gibiysem,

Boğazımda düğümleniyorsa lokma,

Buluttan nem kapıyorsam, vara yoğa

Alınıyorsam, geçimsiz ve işkilli,

Yüzüm öfkeden karaya çalıyorsa,

Denize bile iştahsız bakıyorsam,

Hep bu boyu devrilesi bozuk düzen,

Bu darağacı suratlı toplum!”

(Oktay Rifat, “Ağzımın Tadı”)

 

“Bu Hafta”Emre Dursun hazırladı…

Benzer İçerikler

spot_img

Son İçerikler

spot_img