8.7 C
İstanbul

Bu Hafta: 5 Nisan-11 Nisan

Yayınlanma tarihi:

5 Nisan’dan 11 Nisan’a bu hafta hayatlarımıza dokunan, iz bırakan insanlar…

5 NİSAN

“AGOS”… Ermenicede “tohum kanalı” demek. “Evlek” de denir Türkçede. Agos, Türkiye’de hem Türkçe hem Ermenice olarak yayımlanan ilk gazete. 1996 yılında, Hrant Dink ve arkadaşlarının öncülüğünde kurulan gazete, Türkiye’deki Ermeni toplumunun sesi olmayı, Ermeni kültürü ve tarihine dair bilgiler paylaşmayı ve Türkiye’deki azınlık haklarına dikkat çekmeyi hedefliyordu. Birçok yayını ve genel anlamda yaklaşımı ile hayli dikkat çeken Agos, kurucusu ve Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in çarpıcı yazıları, Türk ve Ermeni toplumları arasında sağlıklı bir iletişim kurulması adına yürüttüğü girişimler ile görünür bir hal almıştı. Ancak Hrant Dink ve Agos’u keşfedenler, sadece “bir arada yaşama” özleminde olan insanlar değildi. Bu isimler, zamanla ırkçı kişi ve kesimler tarafından da fark edilmeye başlanarak hedefe konuldu. Hrant Dink hakkında “Türklüğü aşağılamak” iddiasıyla dava açıldı. Dink, bu davalar ve linç kampanyaları sürecinde yaşadıklarını paylaştığı bir yazı yazdı: “Niçin hedef seçildim?” Yazının ilk bölümü 12 Ocak 2007 tarihinde yayımlandı Agos’ta. Bir hafta sonra, ikinci bölümün yayınlandığı 19 Ocak günü ise, Agos gazetesi binasının önünde Ogün Samast tarafından vurularak öldürüldü Hrant Dink.

“Niçin hedef seçildim” yazısında, “Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz” diyen Hrant’ı bu konuda bir hayli haksız çıkaran Türkiye toplumu, onun ardından ve yine oldukça gecikmeli de olsa Agos gazetesine sahip çıkmanın yolunu buldu. Agos haftalık yayın yapan ve Türkiye’nin her yerinde okuyucusuyla buluşan daha da güçlü bir gazete olarak bugün de varlığını sürdürüyor. Siz de evleği gördüğünüzde tohumu atın lütfen. Hep birlikte filizlenelim. Çok yaşa Agos!

6 NİSAN

Belki de sadece o, sadece sanat öylesine bir tutkuyla bağlıyor ki insanları kendine, başka hangi alanda uzman, hangi disiplinde mahir olursa olsun eninde sonunda ışığı, tutkunu olduğu o sanatın toprağına düştüğü yerde gerçekten filizlenip boy veriyor insan. Hepsi öyle ama galiba edebiyat bir başka… Çünkü “önce söz vardı” ve aslında hemen her sanat da bir hikâye ile başla(r)dı.

“Sherlock Holmes” serisiyle kasırgalar estirmiş Sir Arthur Conan Doyle ve hem edebiyat hem de tiyatro sanatına eşsiz katkılar sunmuş Anton Çehov tıp eğitimi almışlardı. Çocuk edebiyatında çığır açan ve Alice’i harikalar diyarında dolaştıran “Lewis Carroll” bir matematikçiydi. Şiir ve kısa öykü türünde eserler verip, korku ve gizem temalı hikâyeleriyle tanınan Edgar Allan Poe ise, nihayete erdiremese bile askeri mühendislik alanında hayli dirsek çürütmüştü. Büyük Fransız yazarlar Jean-Paul Sartre, Albert Camus, Jules Verne ve Romain Gary hukuk öğrenimi görmüş, “Küçük Prens” gibi bir başyapıtın yaratıcısı Saint-Exupery ise savaş pilotluğu yapmıştı.

İki anlamda da meslektaş olduğu Kurt Vonnegut gibi biyokimya tahsilli bir yazar olan Isaac Asimov ise, asıl mesleğinden ziyade bilim kurgu üzerine yazdığı sayısız edebi eserle tanınmış ama aynı zamanda yazdığı alanda çalışanlara da ilham vermişti. Çünkü yalnızca kurgusal eserler yazmakla kalmamış, popüler bilim meselesine de el atmış ve dahi “Üç Robot Yasası” gibi, bugün bile “robot etiği” konusunda halen tartışılan teoriler geliştirmeye çalışmıştır. Üstelik Asimov, edebiyat tarihinin gördüğü en üretken isimlerden biri olarak da dikkat çekmiştir. Evrenin ışığını yaşama sunanlara teşekkür ediyor ve ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz.

7 NİSAN

Kimya eğitimi aldığı halde, küçük yaşlarından itibaren notaların peşinde bitap düşmüş bir başka tutkun soruyor: İnsan ne zaman gerçekten ölür?

Melih Kibar, 7 Nisan 2005’te veda etti dünyaya ama baştan aşağı müzik ve melodiden müteşekkil bu adamı, “söz” çok daha önce terk etmişti. 28 Mayıs 1983’te.

Unutulmaz filmlere müzik olduğu kadar, kulaklara dolu dolu şarkı da olmuştu Melih Kibar. Ama özellikle biriyle: Çiğdem’le. “İşte Öyle Bir Şey”, “İçimdeki Fırtına”, “Her Şey Seninle Güzel”, “Sevdan Olmasa”, “Bir de Bana Sor”, “Koca Çınar” gibi şaheserler başta olmak üzere tam 270 şarkının altında aynı imzalar yer almıştı: “Müzik: Melih Kibar, Söz: Çiğdem Talu.

Yalnızca yol arkadaşı değil, sevgilisi de olan Talu 1983’te kanser nedeniyle hayatını kaybettikten sonra Melih Kibar elbette farklı söz yazarlarıyla da çalıştı ama o uyum bir daha asla sağlanamadı. Kibar’ın, Çiğdem’e vedadan yıllar sonra piyanonun başına oturduğunda yaptığı besteye, bizzat Çiğdem Talu’nun kızı Zeynep Talu söz yazmak istediğini söylediyse de, Melih Kibar “bu besteye söz yazılamayacağını” (ya da “bu bestenin söz yazıl(a)mayacak şekilde bestelendiğini”) söyleyerek itiraz etti.

Melih Kibar gideli yirmi yıl oldu bile… İnsan ne zaman sahiden yaşar?

Onu, ölüm yıldönümünde neden dönüp dolaşıp Çiğdem’le andık dersiniz?

Buyursunlar:

“Bu kaygıların eşlik ettiği bir yakınlaşma sürerken mecburi bir ayrılık geldi, kapıya dayandı.

Melih Kibar kimya mühendisliği yüksek lisansı yapmak üzere İngiltere’ye gidiyordu. Türkiye’de besteleri listeleri sallar­ken o, 4 Ekim günü babasıyla bir uçağa atlayıp Londra’ya uçtu. Ve gittiği gece, bir fırtınaya yakalandı:

Melih Kibar

Müthiş bir fırtına vardı, tarifi mümkün değil, okyanus fırtınası. Kopu­yor ortalık. Moralim bozuldu, babama da bir şey söylemiyorum. Son­ra odadan çıktım, ‘Baba, ben bir etrafa bakayım,’ dedim. Karanlık koridorda güm diye bir şeye çarptım. Baktım, bir piyano. Otomatik­man elim kapağa gitti, kapağı da açık. Oturdum, piyanoma gene an­latmam lazım, piyanoca bir şey. O korkumu kompanse etmem gerekiyor, anlattığım zaman çıkıyor ortaya. Çok hoşuma gitti, koşarak odama gittim, odamı zar zor buldum. Daha yeni gelmiştim, bavulu açtım, bir kayıt cihazı aldım, kasete o parçayı çektim.

Melih Kibar, çaldığı besteyi babasıyla İstanbul’a, Çiğdem Talu’ya gönderdi. Çiğdem, nasıl ve hangi koşullarda bestelendiğini bilmedi­ği bu melodinin üzerine bir söz yazdı ve Londra’ya, Melih’e postaladı: Melih Kibar Çiğdem gene o her zamanki üslubuyla, ‘Seni gidi seni, gene neler yapmışsın, gene çıldırttın beni,’ dedi. Ama bilmiyor o parçanın neden yapıldığını, ‘Ekte sözleri bulacaksın, inşallah unutmazsın,’ diye… Pembe, iki sayfalık bir mektuptu, pembe bir zarfta gelmişti. Nerede oku­duğumu bile hatırlıyorum odada. Birinci sayfayı öteki kağıdın altına alıp sözlere bakıp da başlığı görünce ben duvara tutundum. ‘İçimdeki Fırtına’ydı şarkının adı…

‘Gün ağarırken tek başıma oturmuşsam

Henüz daha gözlerimi bir an bile yummamışsam

Sen yoksan yine, bense yorgun ve yalnızsam

Hele bir de bir de canım hasretine kapılmışsam

Ve gözümde tütüyorsan buram buram…

İşte o an bir fırtına kopar

Sanki o an yer yerinden oynar

Hoyrat bir rüzgâr eserken

Sallanan gemi misali

Sallanır durur içimde dünya.’

Melih Kibar

 

Çiğdem Talu-Melih Kibar bir tesadüf değil. “İçimdeki Fırtına” da bir tesadüf değil. Bu müthiş bir şeydir. Ondan sonra Çiğdem’e telefon açtım, sekiz saat kırk dakika bekledim telefonun başında, “Çiğdem,” dedim, “sen bu parçayı neden yaptığımı biliyor musun?” Ağladık telefonda ondan sonra karşılıklı… Bu, başka bir şeydir… Allah insanlara bunu yaşatmalı; bu, çok özel bir şey. Ondan sonra herkes Çiğdem Talu-Melih Kibar olarak bizi görmeye başladı, Çiğdem, dendiği zaman Melih, Melih dendiği zaman Çiğdem’dik biz. (Can Dündar, “Yüzyılın Aşkları”)

8 NİSAN

“Benim hayatımla ve bir kadın oluşumla ilgili çözemediğim bazı meselelerim var. Bu meselelerle samimiyet ve cesaretle boğuşuyorum hâlâ. Bütün bunlar yokmuş gibi davranıp kitabî şiirler yazamam.”

İzmir’de, 2014’te yapılan Didem Madak sempozyumundan bir cümle. Orada çok değerli Mahmut Temizyürek’in de sunmaya çalıştığı bildiri aynı zamanda Şiir Unutmaz adlı kitabına da alınmıştır. Şöyle diyordu: “Didem Madak’ın şiirine gündelik dili kullanışından mitolojik göndermelerine, ironisinden groteskine, gerçeğin imgelenmesiyle origamik diye adlandırdığım şiirsel oyununa kadar birçok yönden yaklaşmayı denemiştim… Şair oluş ve kadın oluşa dair onun şiirinde apaçık yankılanan sesindeki ısrarlı vurgunun düşünsel niteliğini bu sempozyumda tartışmak için özellikle denemek istedim. Şiirlerinin en başında, annesine yazdığı şiirde, Füsun’dan umutsuzca bir isteği vardı: Didem’in ‘iri, ekşi bir vişne tanesi olarak yeniden doğurması.’ Didem, annesinden istediği o vişneli doğumu kendinde gerçekleştirmeyi ve gene şiirinde belirtecek biçimde şöyle denedi: Ölmüş kabul edilen şairler dünyasında, çıkmazda bulunan şiir içerisinde, bir dünya görüşü olan ve kararlıca seçtiği bir poetika doğrusunda yeniden doğmak; dirilmek. Kimin ne diyeceği umurunda olmadan. Yapıtının azımsanmayacak bölümü mektup havasındadır…Mektup biçimli parçalarında da, derdi besbelli bir kadın vardır; vardır ama onun mutsuzluk karşısındaki makul ihtiyatı size güven verir, hatta neşe verir. Mutsuzluğunu ironinin en üst noktasına kadar taşımış, bilincimizi sarsmıştır. Delirmiş demezsiniz, samimi dersiniz sadece…Kendisine “kadın şair” denmesini istiyordu, evet. Kadının yazdığı şiiri bir üslup sapması olarak gören geleneksel eril düşünceye tepkiydi bu aynı zamanda.”

Bugün, Didem Madak’ın doğum günü. İyi ki doğdun.

9 NİSAN

Tam da bugün, 1944 yılında doğdu. O çok yaşasın ve bize de aşkolsun! Bundan sonra daha da çok anmak gerek, hâlâ hayatta olanları.

Leyla Halid, FHKC (Filistin Halk Kurtuluş Cephesi) üyesi, Filistinli bir kadın direnişçidir. Doğduğu kentten sürülmesi, onun daha sonraki yaşamında benimsediği dünya görüşünün şekillenmesinde büyük rol oynamıştır. Halid, Filistin’in bağımsızlık savaşında silahlı mücadeleye kadar birçok noktada aktif rol almış, varlığıyla bu konuya daha da fazla dikkat çekmeyi başarmıştır. Doğum günü kutlu olsun!

10 NİSAN

Çok kıymetli bir gazete ve onun katledilmiş kurucu yazarıyla başlamıştık bu haftaya. Zalimce katledilmiş çok kıymetli bir gazeteci daha düştü bu haftanın toprağına ne yazık… Ne yazık çünkü öldürüldü ama ne mutlu çünkü bugün doğdu ve iyi ki doğdu. Metin Göktepe, bir gazeteci olarak birçok derde dokundu. Şimdilerde değil benzerini, çeyreğini bulmak zor.

Öğrencilerin, gençlerin, işçilerin mücadelesine hep duyarlı oldu Göktepe. Militan bir gazeteciydi denilebilir bu anlamda. 1996 yılında, cezaevinde öldürülen tutukluların akıbetini takip için haber peşine düştü. Evrensel basın kartına sahip bir “Evrensel” muhabiri olarak bu olayı izlerken onun da peşine düşüldü. Bir basın emekçisi olduğu halde polisler tarafından gözaltına alındı ve Eyüp Kapalı Spor Salonu’na götürüldü. Burada çok ağır işkencelere maruz kaldı ve aldığı darbeler sonucu hayatını kaybetti.

Bu haberi yapmak için “olay yerine” giderken, meslektaşlarına “Mutlaka izlemem lazım arkadaşlar” demişti. İzlemeye gittiği haber, Metin Göktepe adı ve imzasıyla herhangi bir gazetede yer almadı ama dikkat çekmek istediği zulüm, bir başka zulümle, onun öldürülüşüyle duyuldu.

Metin, 57 yaşına girdi bugün.

11 NİSAN

Orhon M. Arıburnu, 11 Nisan 1989’da öldü. Bir şairdi. “Şairanelikten” uzak bir şair. Kimseye benzemeyen bir insan, bir sanatçı. Başında o hep aynı fötr şapka. Bir simgeydi sanki o geniş kenarlı şapka. Neredeyse uyurken bile o şapka başındaydı. Filmlerinde de, sokakta da, evde de belki! “Arıburnu kadar şiir yüzünden acılara, dertlere katlanan bir şair henüz tanımadım,” diyordu Oktay Akbal. O, şiir için her felakete, her sefalete katlanabilir. Yıllar önce bir “şiir sergisi” açmıştı. Beyoğlu’nda açtığı o sergide her soru sorana sabırla cevap verdi. Şiirlerini açıkladı. Hiçbir alaya pabuç bırakmadı.

Arıburnu kendisi için şunları yazıyor:

“Evet, yoktan var olmadım. Neydim, nerelerdeydim. Nelerden geçtim. Nasıl olduysa oldu, bilmiyorum, ben de doğdum dünyanıza, sizler gibi insan olarak. Durgun bir suya damladım sanki. Halka halka genişledim, çoğaldım. Bakıp geçmedim. Gördüm, düşündüm. Derinse, indim. Dağsa, tırmandım. Gökse uçtum. Getirenle doldum, götürenle doldum. Akarsular yolunu kendi bulur. Durmadım aktım.”

Arıburnu şiiri, Orhan Veli’nin Süleyman Efendi şiiriyle akrabaydı. Bilmem hangisi daha önce yazılmıştır? Kim, kimin etkisinde kalmıştır? Şimdi yaşamda yok. Ama şiirler hep “var” olurlar. Şiirleri var oldukça, o şiirleri severek okuyanlar var oldukça… Sevgili Arıburnu şöyle diyordu: “Önce, ozanlar ölsün. Sonra, hiç kimse. Varsın ozansız kalsın dünya. Barışı, insanlığı, sevgiyi… yarattılar ya!”

Hazırlayan: Demet İskeçeli & Emre Dursun

Benzer İçerikler

spot_img

Son İçerikler

spot_img