9.5 C
İstanbul

Habere de Haberciye de İhtiyaç Kalmadı!

Yayınlanma tarihi:

Bir bakıma hızlandırılmış Türkiye basın tarihi de diyebiliriz bu sohbete. Güventürk Görgülü Yeni Gündem’den Tempo’ya, Yeniyüzyıl’dan Hürriyet’e birçok yayın kuruluşunda muhabirlikten editörlüğe ter dökmüş, yıllardır da birikimini Bilgi Üniversitesi öğrencileriyle paylaşan bir isim. Basın tarihimizin en dramatik değişim ve dönüşümlerinin yaşandığı son 30-40 yıla mesleğin içinden tanıklık eden Güventürk Görgülü’nün anlattıklarıyla biraz hafızamızı tazelemek istedik. Hatırlatmaya çalıştığımız dönem 30-40 yıla uzanınca her ne kadar hızlandırmaya çalıştıysak da söyleşimiz uzunca oldu. 

Habere ve haberciye artık ihtiyaç duyulmayan bir döneme sürüklendiğimizi söylüyor Güventürk Görgülü ve bunun bizzat sektörün kendisi tarafından, muhteris medya patronları ve onlarla iş tutmayı marifet sayan bir dönemin gazetecileri eliyle, teammüden işlenen bir cinayet olduğunun altını çiziyor. Haberin ve habercinin önemini, değerini ve gerekliliğini yeniden hatırlamaya davet ediyor bizi. 

Uzunca bir söyleşi… Hala okumaya, düşünmeye, anlamaya önem verenler için…

Sinan Dirlik, Şubat 2025

Kağıttan dijitale…

Sinan Dirlik: Özellikle son 10-15 yıllık dönemde teknolojide yaşanan gelişmeler medyayı değiştirdi. Ama değişen sadece medya teknolojisi olmadı. Bu aynı zamanda medya çalışanlarını ve bizleri, medya tüketicilerini de dönüştürdü. Sen nasıl bir değişim, dönüşüm gözlemledin?

Teleks Cihazı
Teleks Cihazı

Güventürk Görgülü: Evet, bilgisayar teknolojisinin hayatımıza girişiyle birlikte böyle bir değişim, dönüşüm yaşandı. Dijitalleşmenin medyadaki etkisi çok büyük oldu. Aslına bakarsan 60’lı, 70’li yıllardan beri gazetecilik kendi içinde bir dönüşüm yaşıyordu. 80’lerde bu değişim çok daha belirgin hale geldi. Kâğıttan telefona bir değişim… Teleks diye bir alet vardı ve ajanslardan gazetelere haber geçmeye yarardı mesela. Gazetelerin tüm hazırlık süreçleri baştan aşağı değişti dijitalleşmeyle birlikte. Teleksler kalktı, metinler daktilo ile yazılırdı, ne oldu sonra, hızla yaygınlaşan kişisel bilgisayarlarımızda yazmaya başladık yazılarımızı.

Sinan Dirlik: Gençlere bunu anlatabilmek ne kadar mümkün bilmiyorum ama, dizgi diye bir süreç vardı mesela? Yazını elde ya da daktiloda yazar dizgi servisine gönderirdin. Orada metinler dizilirdi.

Güventürk Görgülü: Ooo daha da eskiye gidersen elde dizilirdi yazılar. Tek tek! Biz yetişmedik tabii o zamanlara, ofset çağı insanlarıydık biz. Şimdi kullandığımız bilgisayarların daha büyük boyutlarda olanları vardı. Baskı hazırlık süreci burada tamamlanırdı. Dizgisi, fotoğrafı, renk ayrımı falan… Hani şimdi dijital makinelerle çekiyoruz ya fotoğrafları, o zamanlar makara filmlerle, fotoğraf makineleriyle çekilirdi. 36 mm’lik filmler! Bilmiyorum, belki görenler olmuştur gençlerden… O filmler banyo edilir, basılır, renk ayrımına gönderilir ve öyle hazırlanırdı baskıya.

Mizanpaj

Sinan Dirlik: Mizanpaja giderdi?

Güventürk Görgülü: Ah evet! Mizanpaj, sayfa sekreterinin denetiminde yapılırdı. Sayfa sekreteri sayfaları elle çizerdi. Dizgiden gelen şeritler sütunlar halinde pikaj kartonu denilen zemine yapıştırılarak, fotoğrafa ayrılan alanlar boş bırakılarak sayfa oluşturulurdu. Daha sonra o hazırlanan sayfalar filme giderdi. Renkli ise 4 kopyası oluşturulurdu, sarı, mavi, kırmızı, siyah… Çinko kalıplara yerleştirilirdi o sayfalar ve ofset baskı makinelerindeki silindirlere takıldıktan sonra baskıya geçilirdi. En son artık elimizde tuttuğumuz o gazetelere dönüşürdü bütün bu süreç.

Sinan Dirlik: Geri dönülmez bir süreçti üstelik? Sayfa bağlanıp baskıya hazırlandığı andan itibaren gelişen olayları gazeteye koyabilmek mümkün değildi. Ancak çok çok önemli olaylarda sayfa yıkılır, her şeye yeniden başlanırdı değil mi? O yüzden de mümkün olan en geç saatte basılan gazete, bir önceki günden kalan “en taze haberi” içerirdi. Önden taşra baskısı yapılırdı ki gazete çıksın, kamyonlara yüklenip geceden taşra illerine dağıtılabilsin. Ardından İstanbul baskısı girerdi. Biraz “hızlandırılmış basın tarihi” gibi oldu ama gençler bilmez tabii bunları…

Gazete Dağıtımı

Güventürk Görgülü: Gazeteler İstanbul merkezliydi tabii, o yüzden önce en uzak yerlere gidecek gazeteler basılırdı hakikaten. Mesela akşam 18.00 den itibaren başlardı çalışmaya baskı makineleri. Gece 00.00’a, 01.00 e kadar, en son İstanbul baskısı çıkana kadar da devam ederdi. Teknolojik imkanlar biraz daha genişleyince Ankara’da, İzmir’de, Trabzon’da çeşitli bölgelerdeki matbaalarda da basılmaya başlandı zamanla.

Sinan Dirlik: Çok büyük olaylarda ekspres baskı, yıldırım baskı adı altında özel basılar da yapılırdı değil mi?

Güventürk Görgülü: Tabii tabii!

Gazeteciyi öldürdüler!..

Sinan Dirlik: Şimdi bütün bu karmaşık süreç, başlı başına özel bir organizasyonu gerektiriyordu. Gazetecilik bir organizasyon, güçlü ve karmaşık bir ekip işiydi. Servisler vardı mesela. Her servisin kendi muhabirleri, editörü, servis şefleri vardı. Adliye muhabirleri, magazin, eğitim, ekonomi, spor, çevre muhabirleri vardı. Muhabirler kendi ilgi alanlarına giren olay yerlerinden taşıdıkları haberler işlenerek okuyucuya ulaşırdı. Bugün nasıl durum?

Güventürk Görgülü: Beyoğlu muhabiri vardı Sinan, inanabiliyor musun? Tabii bugün artık böyle bir işleyiş yok. Böyle bir ekonomik model yok her şeyden önce, zira geliri- gideri belli olan bir yapı vardı. Satış gelirleri elbette bu ekonomik çarkı döndürmeye yetmezdi ve reklam girerdi devreye. Haber belirli bir ücret karşılığı talep edilen ve satın alınan bir üründü. Şimdi dijital teknoloji ile haber, nihai tüketici açısından kolayca, bedava şekilde erişilebilen, neredeyse gökten yağan bir ürüne dönüştü! Eskiden de ajanslar ve ajanslardan akan haberler vardı tabii ama gazeteler ajans bağımlılıklarını en aza indirgemeye çalışırlardı. Özel haber, muhabir haberi, manşet farklılaşması önemliydi. Ajanstan gelse bile, muhabir gönderilirdi olay yerine. Gazetelerin servisleri haberin nasıl, hangi manşetle gireceğine karar verir, kendi muhabirlerinin çektiği fotoğrafları kullanırlardı. Sabahları haber toplantısı yapılır, kimin hangi haberi takip edeceği belirlenir, akşam sayfalar yapılmadan önce de toplanılırdı.

Sinan Dirlik: Bak önceki gün çok ilginç bir şekilde, şu sahte içki ölümlerine ilişkin bir haber istisnasız tüm haber sitelerinde tamamen aynı başlık, noktasına virgülüne kadar aynı metinle sunuldu. “Ankara’da sahte içki nedeniyle 63 kişinin hayatını kaybettiği bildirildi.” Haber bu! Haberin içine giriyorsun, kim bildirmiş? Haberde yok… Bu 63 kişi ne zaman ölmüş? 1 günde mi? Son 1 haftada mı? Son 1 ayda mı? Ne zaman? Yok! Buna ilişkin tek bir bilgi yok. Ama bütün haber sitelerinde aynı metin! Kaynağına baktım, Anadolu Ajansı kaynaklı bir haber. AA haberde bu unsurlara yer vermiş mi? Hayır! Bak ne haberi geçen ajans ne de o haberi kes yapıştır kullanan onlarca haber sitesinde hiç kimse bu soruları merak etmemiş, araştırma gereği duymamış. Bu nasıl olabilir Güventürk?

Güventürk Görgülü: Maalesef! Dedim ya eskiden gazeteler ajanslardan aldıkları haberi mümkün olduğunca düşük tutmaya, kendi haberlerini oluşturmaya özen gösterirlerdi. Editörler, ajanstan gelen haberi birebir alıp koymazlardı, takla attırırlardı. Çünkü bir haberin bir başka gazete ile aynı biçimde sunulmaması gerekirdi. Şimdi verdiğin örnekten hareket edersek, muhabir gelip “63 kişinin öldüğü bildirildi” dese servis şefi ilk olarak “kim bildirdi?” diye sorar. “Ne zaman?” diye sorar. Sorar yani! Eğer yanıt alamazsa da “Ne yaptın çocuğum sen! Ne biçim haber bu? Git bu bilgileri topla da gel!” derdi. Bir haber yayına hazırlanırken tüm unsurlarına bakılırdı. Hem haberin haber olabilmesi hem bir sıkıntı varsa muhabirin, gazetenin başına iş açılmaması için bir iç denetim mekanizması vardı. Öyle bir mekanizma yok artık Sinan! Servis yok, servis şefi yok, editör yok, haber müdürü yok!

Sinan Dirlik: Muhabir yok artık yahu!

Güventürk Görgülü: Evet! Muhabirinden servis şefine neredeyse hiçbiri yok artık. Kişisel bilgisayarlar, mobil telefonlar, internet erişimi, gazetelerin internet sayfaları, hepsi bir araya geldiğinde, değersiz bir metaya dönüştü haber. “Haber siteleri” kuruldu mesela ve gün içerisinde bir haber bombardımanı başladı. Eski ekonomik model zaten çökmüştü, yeni bir model de kurulamadığı için basılı gazetelere ihtiyaç da ortadan kalktı kendiliğinden. Gün içerisinde zaten haber yağıyor üstüne, akşamları da televizyonlardan topluca alıyorsun haberleri ki gençlerin çoğu akşamları TV haberlerini bile izleme ihtiyacı hissetmiyor. Buna paralel olarak servisler de pahalı ve gereksiz sayıldı bir süre sonra. Bugün bir internet sitesinde mesela spordan biraz anlayan bir spor muhabiri, ekonomiden biraz anlayan bir ekonomi muhabiri varsa büyük olay! Şimdi sadece editörler var. Ajanslardan gelen haberleri böyle dikiş makinesi gibi, tık tık tık işleyip hızla siteye koyuveriyorlar. Zamanla yarışılıyor çünkü. Bir an önce ben siteye koyayım ki “tık” alayım! Malum bir de reklam yanı var işin. Sitelerin reklam sorunu var. İşte bir miktar Google reklamları devreye giriyor ama biliyorsun, öyle kayda değer paralar gelemiyor. Sistem tıklama üzerinden ilerliyor sonuçta. Bu da hani “tıklama tuzağı” dediğimiz yollara başvurmayı getiriyor zaman zaman. Mesela “Başbakan öldü!” başlığını atıyor, bir telaşla tıklıyorsun haberi, bakıyorsun Malezya Başbakanı ölmüş. Yapacak bir şey yok, siteye “tık” gerek! Bir takım başka girişimler denendi, işte uluslararası fonlarla, kitle fonlarıyla birtakım denemeler yapıldı, yapılıyor. Ama bütün bunların sonunda tam anlamıyla bir model çıkabildiğini söylemek mümkün değil. Bütün bunlar bizim o bildiğimiz muhabirinden editörüne, servis şefinden haber müdürüne, doğru düzgün çalışan bir gazetecilik modelini mümkün kılmıyor artık.

Sinan Dirlik: Şöyle de bir durum var; sayısını artık takip edemeyeceğimiz kadar çok iletişim fakültesi, gazetecilik programları var. Buraları seçen gençler mezun olup gazetecilik yapmayı hayal ediyorlar. Ama artık medya sektörü diyebileceğimiz, hani o eski zamanların büyük medya kuruluşları, güçlü patronlar yok artık. Bir zamanlar maddi güçle birlikte büyük bir siyasi gücü ve saygınlığı da elinde tutan medya patronları vardı. Karacan’ların, Simavi’lerin sektörde olduğu yıllar. 1980 sonrası, sektör dışından patronların girişine tanık olduk. Bunlar büyük sermaye ile girdiler ve medyayı “kârlı” bir alan olarak gördüler. Hem maddi güç hem de siyasi güç istediler. Kırılma, o patronların girişiyle başladı sanırım?

Güventürk Görgülü: 1950’lerde, 60’larda ne gördük, hatırla. Dünya iki büyük savaşı geride bırakmıştı, endüstri toplumu çağıydı. Sanayi toplumunun medyası daha o yıllardan, Frankfurt Okulundan başlayarak tartışılıyor, eleştiriliyordu. Sanayi toplumunun kendi medyasını yarattığı, insanların gerçekle olan ilişkisini kesmek için kendine özgü bir dünya yarattığı, kavramların içini boşalttığı, Marx’ın deyişiyle “buğulu gözlükler oluşturmak için”, sanki demokratik bir refah toplumunda yaşanıyormuş illüzyonunu oluşturarak insanların sistemle uyumlu biçimde yaşamaları için çalıştığı bir yapıdan söz ediliyor ve eleştiriliyordu bu yapı. İki kutuplu bir dünya, güçlü bir sendikacılık mücadelesiyle belirli bir düzeyde tutulan ücretler, tüketmesi teşvik edilen bir toplum ve bu talebe yetişmeye çalışan büyük çaplı üretimler söz konusuydu. Üretim hızla artıyor, insanlar bir tüketim yarışına sokuluyordu ki reklam sektörü oluştu bu sayede. Medya aracılığıyla reklamlar yapılıyor ve insanların bir tüketim döngüsü içerisinde yaşamaları sağlanıyordu. Çok üretmek, çok tüketmek ve belirli sınırlar içerisinde demokrasi! Karşıda bir başka blok var: Sosyalist blok! Bu tehdidi savuşturmak gerekiyordu ki Chomsky’nin söylediği “eşik bekçiliği” veya rıza üretme işleri için medya fazlasıyla uygundu. Toplum düzeni içerisinde karşılığı da vardı bunun. Çok etkiliydi medya. Tabii bunu liberal demokrasiler için söylüyorum.

Sinan Dirlik: E tabii… O kadar uzağa gitmeye gerek yok, 6-7 Eylül olayları mesela. İstendiği takdirde toplumun nasıl kışkırtılabileceğinin kanıtıydı.

Güventürk Görgülü: Tabii tabii. Nasıl adlandırılırdı hatırla, “kitle iletişim araçları” … Gazeteleri televizyonları nitelendirirken öyle denirdi biliyorsun, şimdi o tabir kalmadı. Sanayi toplumunun bir parçasıydı o kitle iletişim araçları ve toplumun ekonomik döngüsünün tamamlanabilmesinde önemli bir yeri vardı. Hem rıza üretme açısından hem demokratik katılım açısından, çeşitli kesimlerin taleplerinin siyasete ulaştırılması açısından. Başkaca da bir iletişim yoktu zaten. Ne oldu sonra? Sovyetler Birliği dağıldı, iki kutuplu dünya ortadan kalktı. Ama ondan önce bir şeyler daha yaşanmıştı. Hatırlayalım, analog bilgisayarlar, transistörler derken çipler icat edildi. Dijital çağın başlamasıyla birlikte tüm sektörler bu yeni durumdan etkilendi. Elbette öncelikle medya! Sanayiye robotların girmesi, üretim sistemlerinde önemli değişimlere yol açtı. Japon otomobillerinin Batıda yaygınlaşmasını hatırla. Ne vardı eskiden? Fordist üretim modeli vardı. Bir bant sistemi içerisinde bütün parçalar aynı fabrikanın içinde ayrı ayrı üretilip bir araya getirilirdi. Bu yapı değişti. Bir ürünün tüm parçaları dünyanın farklı farklı yerlerinde üretilmeye ve nihayetinde bir yerde toplanıp bir araya getirilerek piyasaya sürülmeye başlandı. Bugün artık kanıksadığımız taşeronlaşma o dönemde başladı. Sermaye, maliyetleri dağıtarak nasıl düşürebileceğinin hesabını yaptı. Nerede ucuz iş gücü var, oraya kaydırdı üretimi. 80’lerde başlayan küreselleşme dalgası, neoliberal sistem böyle inşa edildi. Üretimin dünyanın ucuz işgücü sunan her yanına yayılarak parçalara ayrıldığı yeni bir süreç. Dijital teknolojinin çok büyük etkisi oldu bu süreçte. Üretimin standardize edilmesini, kalite standartlarının oluşmasını sağladı. Çin’de, Vietnam’da, Türkiye’de ürettiğiniz parçaların tamamı aynı standarda getirildi. Ne oldu bununla birlikte? Sanayi toplumunun önemli bir dengesi ortadan kalkmış oldu. İşçilerin belirli bir ücret karşılığı emeklerini sattığı, kazandıkları parayı harcayarak pazarın döngüsüne katıldıkları sisteme ihtiyaç kalmadı. Küreselleşme bütün dünyayı açık Pazar haline getirdi. Dolayısıyla artık özellikle Batı ülkelerinde işçilerin üretip, belirli bir kazanç sağlayıp o kazancı yeniden piyasaya sürmelerine, dolayısıyla iyi kazanmalarına, dolayısıyla o kazancı sağlayan örgütlülüğe, güçlü sendikalara da ihtiyaç kalmadı sermaye sistemi açısından. Sendikaların zayıflama, giderek dağılma dönemi başladı bu şekilde. “Sen bu ücrette ısrar ediyorsan ben de fabrikayı alır Çin’e, Malezya’ya, Vietnam’a taşırım” dedi sermaye. Bundan medya sektörü de nasibini aldı tabii.

Muhteris medya patronları çağı… 

Sinan Dirlik: Tam da bu noktada… Türkiye’deki medya da 70’lerin sonu, 80’lerin başından itibaren el değiştirdi, yeni patronlar dönemi başladı. Bizim medyadaki değişim teknolojinin değişmesiyle mi gerçekleşti yoksa patronajın değişmesiyle mi, ne dersin?

Güventürk Görgülü: Hatırlayacaksın bizdeki değişim Özal dönemiyle birlikte oldu. 12 Eylül darbesi niye yapıldı? Reagan- Theatcher ikilisinin bütün dünyayı değiştirme sürecini hatırlayalım. Neoliberal sistem devletlerin ortak politikasına dönüştü. Tabii bunun geçmişi daha geriye gidiyor ama görünür hale gelmesi Reagan-Theatcher dönemiyle oldu. Vergiler düşürülecek, özelleştirme her alana yayılacak, devlet herhangi bir girişimde bulunmayacak, bildiğimiz o KİT’ler (Kamu İktisadi Teşebbüsleri) elden çıkarılacak, o ana kadar devletin yaptığı her şeyi özel sektör yapacak! Eğitimden sağlığa, hatta güvenliğe kadar her şey ama her şey özelleştirilecek! Özal gerçek bir piyasacıydı fakat yapmak istediği birçok şeyi de yapamadı. Çünkü 12 Eylül darbesine rağmen daha hala bir toplumsal direnç vardı ülkede. İşte o dönemde, tam da Özal’ın kafa yapısına uygun bir patron çıktı ortaya: Dinç Bilgin. İzmirli bir aile. Ege bölgesinde yayın yapan Yeni Asır gazetesini çıkaran ailenin genç üyesi. İngiltere’ye gidiyor eğitim için ve sonra dönüp gazetenin başına geçiyor. Dünyadaki değişimin farkında genç patron. Piyasalaşmanın nereye varacağını, asıl hedefin sanayi toplumunun yıkılması, neoliberal toplum için daha piyasacı, daha bireyci insanlara ihtiyaç olduğunun farkında. Yakın gelecekte borçlanmanın teşvik edileceğini, kazandığı kadar yaşayan insan tipi yerine finans araçlarını kullanabilen insan tipinin önem kazanacağının farkında. Sanayi toplumunun insan tipinden çok farklı bir insan tipi bu. Ben mesleğe başladığımda sendikalıydım mesela. Sendika benim adıma pazarlık yapıyordu, maaşımıza her yıl belirli bir pazarlık sonucu zam alıyorduk. Üstüne yılda 4 maaş ikramiye alıyorduk. Çok simgesel bir şeyden söz ediyorum. Bu çöktü, çökertildi. Bununla birlikte haliyle sanayici patronlar da çöktü. Mesela Simavi ailesinin Hürriyet’ten başka yatırımı yok muydu? Vardı! Bir sigorta şirketiyle bir yumurta şirketi! Ama Aydın Doğan’a baktığında işin nerelere gittiğini, finansal olarak nasıl büyüdüğünü görebilirsin. “Halka açılmak suretiyle” elde edilen gelirle banka alıp büyümeyeceksen, oradan başka başka yatırım alanlarına yayılmayacaksan medya sektöründen siliniverirsin kafasına geldi insanlar. Bu şekilde finansal güçlerini büyütüp yeni kâr alanlarına açılıp, kollarına yabancı ortakları da taktıklarını düşünürsen Aydın Doğan gibi yeni patronların Simavi’ler gibi eski patronların vizyonlarını çok çok aştıklarını görebilirsin. Tabii ki olumlu anlamda söylemiyorum bunları, realite bu!

Sinan Dirlik: Cumhuriyetin yarattığı burjuvazinin medyadaki son temsilcileriydi o kuşak sanırım. Artlarından pirana yırtıcılığında sermaye aktörleri geldi ve bambaşka saiklerle yol aldılar yani?

Güventürk Görgülü: Şimdi tam olarak hatırlamıyorum Hürriyet’in tam olarak hangi yıl satıldığını ama satılmadan önce mesela Erol Simavi’yi gazetenin yemek servisinin taşerona verilmesi konusunda kimsenin ikna edemediğini anlatırlar… “Nasıl yani, çalışanlarımı doyuramadığımı mı söylesinler” demiş Erol Bey… Sonraki döneme baktığında, Aydın Doğan’ın şirketinde yan yana oturduğun insanla farklı şirketlerdeydin. Biriniz ajanstan kadroluysa diğeri başka bir gazeteden kadrolu. 100 tane insan varsa 20 farklı şirkette çalışır hale gelmişti Aydın Doğan döneminde. Önce Milliyet’te, sonra Hürriyet’te, yan gruplarda sendikayı adım adım ortadan kaldırdılar. Medyada sendikanın bitirilmesi böyle böyle oldu… Dinç Bilgin döneminde Sabah gazetesine sendika girememişti bile. Hoş, zaten böyle bir yapıda sendikanın da hükmü, yeri kalmamıştı. Çünkü herkes bireysel sözleşmelerle bağlı ve herkes bireysel olarak kendini kurtarmaya kodlanarak eğitilmiş durumda. Hele bugün, gençlere bir bakarsak zaten buna göre kodlanmış hepsinin kafası. Ben şunu yapacağım, kendimi göstereceğim, başarılı olacağım ve kendi girişimimi yapacağım, insanlar beni alkışlayacaklar! Herkes kendini vazgeçilmez bir insan olarak konumluyor. Oysa eskiden insanlar kendi işlerini yaparlardı, işlerini iyi yapmaya çalışırlardı.

Sinan Dirlik: Evet bambaşka bir ortam var şimdi. Gazeteciliğin saygınlığının ve ağırlığının olduğu bir dönemden tamamen piyasa kurallarının işlediği bir döneme geçtik. Patronajdaki değişimi, teknolojideki değişimi konuştuk. Bütün bunlar gazeteci kimliğini nasıl ve neye dönüştürdü?

Güventürk Görgülü: Biliyorsun, doğal seçilim diye bir şey var! Dış koşullar değişirse bazı canlılar yok olur. Tıpkı onun gibi, dış koşullar değiştiğinde bazı patronlar, o değişime uymayan kafa yapısındakiler de kaybolur. Gazeteciler açısından da aynı durum söz konusu oldu. Haber ne kadar gerekli ki haberci gerekli olsun? Bak şimdi, Aydın Doğan’ın Hürriyet’i almasından sonra neye tanık olduk? Büyük medya savaşlarına! Aslında medya grupları arasındaki savaş Simavi’ler döneminde başlamıştı ancak Aydın Doğan’ın, Dinç Bilgin’in, Uzan’ların sektöre girmesiyle birlikte büyük medya savaşları yaşandı.

Bir toplum nasıl dönüştürüldü?

Sinan Dirlik: Gençler için biraz hatırlatma yapalım o halde! Geçmişte promosyon savaşları olarak anılan bir dönem yaşandı medyada. Başlangıçta çok masum, ansiklopediler, eğitim setleri, kitaplarla başladı her şey. Ardından kupon karşılığı tencere tavaya, tabak çanak takımlarına, otomobil, ev vermeye kadar uzandı. Mehmet Ali Ilıcak el yükseltmişti hayli! Sonra da batmıştı yanlış hatırlamıyorsam.

Güventürk Görgülü: Promosyon önceden de olan bir uygulamaydı. Günaydın gazetesi mesela, promosyona en çok başvuran gazetelerden biriydi. Gazetede kupon yayınlanır, okuyucu o kuponları kesip biriktirerek belli bir süre sonra bir ürün alırdı. Ama öyle hale geldi ki insanlar gazetenin yanında bir ürüne sahip olmak yerine o ürüne sahip olmak için yanında gazete alır hale geldiler. 120 parçalık porselen yemek takımı için gidip bayiden gazete alır hale geldiler. Gazetenin yanında verilmiş bir hediye olmaktan çıktı ürünler, ürünün yanında verilmiş gazete dönemi yaşandı. Tabii itirazlar çok oldu bu savaşın büyümesiyle birlikte ama öyle bir hale geldi ki artık geri dönülemez bir durum çıktı ortaya. Reklam pastası büyüyor çünkü. Bu arada korkunç bir özelleştirme furyasıyla yeni zengin gruplarının ortaya çıktığını, acayip bir piyasalaşmanın yaşandığını göz ardı etmemek gerekiyor. Piyasalaşmayla birlikte reklam sektöründe o kadar hızlı bir büyüme gerçekleşiyor ki yabancı ajanslar gelmeye başlıyor Türkiye’ye.

Sinan Dirlik: Ama bu noktada yanlış bir düşünceye kapılmamak gerekiyor tabii. Medya ve reklam sektöründeki bütün bu kapışmaya, bütün bu promosyon savaşlarına, bütün bu büyümeye rağmen o dönemde 50-55 milyonluk Türkiye nüfusunda gazete tirajları 1- 1,5 milyonu aşamadı hiçbir zaman. Yani aslında büyüyen bir okuyucu kitlesinden bahsetmiyoruz burada.

Güventürk Görgülü: Doğru, okuyucu artmıyordu. Ürüne bağlı olarak 3 milyonluk bir satışa ulaştıysa, o promosyon bittiğinde okuyucu sayısı eskiye rücu ediyordu hep. Bu arada önemli bir başka gelişme de olarak özel televizyonlar kurulmaya başlandı. Uzan ailesi, Turgut Özal’ın oğluyla birlikte ilk özel televizyonu kurdular.

Sinan Dirlik: Yine bir hatırlatma yapalım o halde… Yıl 2025 ve biz Anayasanın, hukukun üstünlüğü konularını tartışıyoruz ya… İlk kez o yıllarda, Turgut Özal “Anayasayı bir kez delmekle bir şey olmaz” ifadesini kullanmıştı… Yürürlükteki Radyo Televizyon kanununa rağmen, TRT yayın tekeline rağmen, herhangi bir yasal düzenleme beklenmeden, “ben yaptım oldu” denilerek özel televizyonculuğa geçilmişti Türkiye’de.

Güventürk Görgülü: Yasa çok sonradan geldi hatta… Eski patronlar Özal’ın kafasına, vizyonuna uymuyorlardı. Yeni isimleri taşımak istiyordu Özal. Hatta çok meşhur, İngiltere’de yaşayan Kıbrıslı bir iş insanını getirtmişti Türkiye’ye…

Sinan Dirlik: Asil Nadir, geçtiğimiz haftalarda Kıbrıs’ta hayatını kaybetti. Hemen gençlere bir hatırlatma yapalım yine: Vestel’in kurucusu ve sahibiydi Asil Nadir. Türkiye medya sektörüne Güneş gazetesiyle girdi ve girdiğinde piyasayı kelimenin tam anlamıyla darmadağın etmişti.

Güventürk Görgülü: Evet, Asil Nadir İngiltere’den dev yatırımlarla geldi Türkiye’ye. Elektronik beyaz eşyadan gıda sektörüne birçok alanda yatırımları bulunan bir grup şirketi vardı. Sonradan İngiltere’nin sermaye piyasası kurulunun açtığı soruşturma sonucunda birtakım yolsuzluklar saptandı ve yargılandı. Muhafazakâr Parti’yi destekliyordu. Özal vasıtasıyla geldi Türkiye’ye ve Güneş Gazetesi’ni satın aldı. Ardından Günaydın, Gelişim Yayınları…  Aslında Simavi’ye de teklif götürdüğü biliniyor ama Simavi nefret ediyordu bu kafadan, satmadı Hürriyet’i. Sonuçta Simavi belli bir kurumsal yapıda, toplumu Cumhuriyet değerleri doğrultusunda şekillendirme vizyonuyla büyümüş bir isim. Böyle piyasacı, ben yaptım oldu, kurumları takmam kafasında insanlar değiller bunlar. Karacanlar da böyleydi, hatta onlar çok daha önce çıkmışlardı sektörden. Özal’a muhalefet eden gruplardı bunlar esasında. Dolayısıyla Özal’ın kafasında bu sermaye yapısını değiştirmek öncelikliydi. Asil Nadir’i getirme sebebi de buydu. Ama Nadir’in batması çok büyük sarsıntıya neden oldu. Yine gençlerin durumu anlayabilmeleri için şunu da söylemek gerekiyor. Ben o tarihlerde sendikalıyım, Asil Nadir bir geldi, insanlara o zaman almakta olduğunun neredeyse 20-30 katı paralarla transfer etti. Büyük kadrolar kurdu. Ama Asil Nadir batınca gazeteler kapandı, insanlar işsiz kaldı. Ardından özel televizyonlar çıktı ve piyasa yine genişlemeye başladı. Çünkü özel televizyonlar, gazetecilerin bir bölümünü transfer ettiler ve eski gazeteciler yeni televizyoncular oldular.

Sinan Dirlik: Dur, televizyonlara geleceğiz birazdan ama… Özal senin de söylediğin gibi eski sermayeyi kovarak kendi kafasına uygun bir medya patronajı tesis etti. Bu patronlar da kendi kafalarına uygun kadrolarla çalışmayı tercih ettiler. Yeni tip genel yayın yönetmenleri, yeni tip gazeteciler ve tabii yeni tip gazeteler bu dönemde ortaya çıktı. Bugün “çok saygın, çok muhalif, çok duayen” bazı gazeteciler o dönemde de sahalardaydılar. Basında büyük bir yozlaşmanın da başladığı bir dönemdi o dönem. Tan Gazetesi diye bir şey vardı mesela, hatırlayacaksın. Bulvar gazeteciliği diyeceğim, bulvar gazeteciliğinin bile bir karakteri vardı sonuçta. İri puntolarla, iç gıcıklayan, dekolte giysili hanımefendilerin boy boy fotoğraflarının birbirinden ilginç başlıklarla basıldığı bir gazeteydi. “Ahmet’inkini yaladı, bayıldı!” gibi başlıklar atılırdı mesela. Ahmet’in uzattığı dondurmanın tadına baktığı anlatılırdı fotoğrafın altında. Büyük yozlaşma böyle başladı. Ardından daha önce tanık olmadığımız türden genel yayın yönetmenleri, gazeteciler peydah oldu. Başbakanın uçağında yer alayım, patronun yatında poz vereyim, güzel içkiler içeyim, güzel restoranlarda boy göstereyim, şahane hayatlar süreyim ve bütün bunları öyle bir paketleyeyim ki herkes için normalleşsin, hatta herkesin hayallerini süslesin…

Güventürk Görgülü: Bunu açıklamak için şuradan başlamak lazım belki… Bu yeni patronların oluşturduğu gazetecilik, televizyonculuk işi birkaç tane ayak üzerine oturdu. Türkiye ekonomisiyle birlikte reklam pastası da hızla büyüyordu. Gazeteyi ne kadar satarsan o kadar çok reklam alıyordun. Reytinginiz ne kadar yüksekse televizyonunuza o kadar çok reklam alıyordunuz. Uluslararası reklam ajanslarının Türkiye’ye gelip ajans satın aldığı ya da ortak olduğu bir dönemdi bu. Gelip çöktüler buradaki pastaya. İkinci ayak hükümetle iyi ilişkilerdi. Çünkü hükümetle ilişkide olduğunuzda hangi piyasanın büyüyeceğini, nereye yol- köprü yapılacağını, nerenin imara açılacağını daha yakından takip edebiliyordunuz. Teşvikler de cabasıydı! Üçüncü olarak Özal döneminde İMKB’nin açılmasıyla birlikte bir finans piyasası oluştu. Bu piyasada yer alabilmek, finansal araçları kullanabilme gücü önem kazandı. Medya patronları açısından hükümetle iyi ilişkiler parayı ve gücü getirir oldu. Hükümetle aran iyiyse şu ihaleyi alabilirsin, o ihaleyi alabilirsen daha çok para kazanırsın! İyi manşet atarsan hükümetle aran da iyi olur. Hükümetle aran iyi olursa 3-5 reklam daha fazla alırsın.

Bazen “yayınlanmayan haber” daha değerliydi…

Sinan Dirlik: Peki haber nerede, habercilik nerede burada?

Güventürk Görgülü: Artık haberin önemi yok, reytingin önemi var. Bazı durumlarda haberi yayınlamaktan çok yayınlamamak daha değerli hale geldi. Tut haberi elinde, yayınlamayarak gücüne güç kat! Hükümet hoşlanmıyor mu bu haberin yayınlanmasından, o halde tut elinde, şantaj yapma olanağını kullan. Halkın o haberi bilmesi önemli değil artık. O haberin senin elinde olduğunu bilmesi gerekenlerin bilmesi yeterli! Bunu da zaten o siyasilerle, bakanlarla, başbakanlarla uçakta, yatta, şık restoranlarda bir araya gelen genel yayın yönetmenleri ya da bir kısım gazeteciler hallediyor zaten.  Onlar, o kulislerde duymaları gerekenleri duyuyor, duyurmaları gerekenleri de duyuruyorlar zaten. Bu koşullarda habere, haberciliğe ve haberciye ihtiyaç yok artık. Muhabir zaten işlevsiz hale geliyor. Özal bunun üzerine bir hamle daha yaptı ve gazeteleri Bab-ı Ali’den çıkarıp İkitelli’ye, Güneşli’ye taşıdı bedava denecek şartlarla.

Sinan Dirlik: Ah evet yine bir hatırlatma yapalım madem… Eskiden gazeteler Cağaloğlu’nda, o zamanlar Bab-ı Ali denilen semtte toplanmıştı. Medyanın kalbi orada atardı. Sonra gazeteler birer ikişer Cağaloğlu’ndan taşındılar. İkitelli, Güneşli taraflarında şık plazalara attılar kendilerini. Gazetelerin, gazetecilerin sokakla bağları koptu. Plaza gazeteciliği diye bir kavram çıktı ortaya!

Güventürk Görgülü: Tam da bunu söyleyecektim! Özal neden yaptı bunu? O beğenmediği basını yıkıp başka bir yerde bir “medya” oluşturmak için yaptı. Bu nedenle bedava denecek koşullarda araziler tahsis edildi medya patronlarına ki o yapılaşmadan bile çok büyük rant elde edildi. Bunun sonucunda bir kısım gazetecilerin o plazalarda, elde viski patronculuk oynamalarının önü açıldı. O kadar güçlüydüler ki bu hükümeti değiştirelim, şu kabineyi kurduralım diyebilecek hale geldiler. Devasa bir şantaj gücü vardı. Acaba Çiller ile Mesut Yılmaz’ı mı bir araya getirsek, bilmem kimin yerine falancayı bakan mı yapsak noktasına geldi iş.  Bütün bunların içinde muhabir yok! Muhabirin yeri yok Sinan! Bunun yerine muhabirin erişemeyeceği makamlara bir telefon açarak erişebilen yayın yönetmenleri, Ankara temsilcileri önem kazandı. İş takip eder konuma geldi bu insanlar. Çok konuşuldu o zamanlar bu konular ama öyle aslı astarı yok değildi bu meselelerin. Patronların işlerini takip edecek, teşvikleri, falanca arazi tahsisini, filanca ihaleyi takip edecek insanlara dönüştü bu pozisyondakiler. Bir noktadan sonra Ankara temsilcilerinin bile işlevi bitti yayın yönetmenlerinin karşısında. Haberle ilişkisi kesildi Ankara temsilcilerinin. Farkındaysan gazeteler büyüdükçe daha fazla sayıda insan çıkarttılar. Gazetecisiz gazetelere dönüştüler…

Sinan Dirlik: Bu anlattıklarının ne önemi var diye düşünebilir bazı gençler. Şu kadarını söyleyeyim, darbe dönemlerinde gazeteler ve gazetecilerin ağır baskı altına alındığı, sansür mekanizmasının çok sert biçimde işlediği dönemlerde gazete sayfalarının bazı bölümleri boş, bembeyaz yayınlanırdı. Bir gazete sayfasında boş, beyaz bir bölüm bırakıldığını gördüğünde insanlar anlardı ki orada yöneticilerin yayınlanmasını istemediği bir haber vardı ve Sıkıyönetimin bilmem hangi çavuşu o haberin basılmasını engellemişti. Gazeteciler tepkilerini o haberin alanını boş bırakarak gösterirdi. Güventürk’ün anlattığı o plazalardaki o bir telefonla dilediği kişiye ulaşabilen yayın yönetmenlerinin tercih edilmesinin sebebi, işte o sansürlü bölümleri boş bırakarak yayınlayacak cesaretteki gazetecileri piyasadan kovma isteğiydi. Basın bu şekilde tımar edildi.

Güventürk Görgülü: Kesinlikle!

Sinan Dirlik: Tamam, patronlar değişti, teknoloji değişti, gazeteciler değişti… Peki onların değişimi bizleri nasıl ve neye dönüştürdü?

Güventürk Görgülü: Burada bence en masum taraf okuyucu!

Sinan Dirlik: Yok canım! Bayıldık o bilmem kaç kupona porselen takımlara! Sıraya girdik hatta!

Güventürk Görgülü: Ha, o kitleyi okuyucudan saymıyorum zaten. Senin de söylediğin gibi bir baktık 1,5 milyona, 3 milyona çıktı o insan kitlesi, promosyon bittiğinde gazeteyle işleri de bitti onların. Doğrusunu istersen biz hiçbir zaman öyle okuyan bir toplum olmadık. Mesela o ABD’deki, İngiltere veya Japonya’daki gibi bir okuyucu kitlesi hiçbir zaman olmadı. Bizdeki o cicili bicili, renki resimli gazetelerin aksine onlarda sütun sütun yazıların olduğu, fotoğrafa çok az yer verilen, genellikle siyah beyaz gazetelerine rağmen çok yüksek okuyucuya sahip oldular her zaman. Bu büyük ölçüde toplumsal bir mesele tabii… Eğitim sistemi de var bu işin içinde, ne bileyim toplumsal olarak hayattan beklentimiz, demokrasi bilincimiz de var. Siyasetin durumu ortada. Sonuçta neyi inceleyip sık dokuyacaksın ki gazeteye ihtiyacın olsun. Televizyon yetiyor insanlara. İşte o çıktı, bu çıktı, iki renkli görüntü yetiyor. İnsanlar okumak yerine seyretmeyi seviyorlar.

Gözü kamaştırılan toplum…

Sinan Dirlik: Peki, televizyonlara gelelim o halde. Çocukluğum tek kanallı siyah beyaz televizyonla, gençliğim ilk renkli yayın ve ilk çok kanallı televizyonla geçti. Televizyon çok önemliydi tabii. Özellikle de haberler. Bugün ne kadar eleştiriyorsak da TRT bir okuldu. Kamu hizmeti yayıncılığı diye sıkı sıkıya bağlı olduğu bir misyonu vardı TRT’nin. Program çeşitliliği bu doğrultuda planlanıyordu. Çünkü cumhuriyetin toplum projesine uygun bir yayıncılık yaklaşımı vardı. İşte çok temiz bir Türkçe kullanılmak zorundaydı. Klasik müzik konserlerinden belgesellere, Türk Halk Müziğinden çocuk programlarına belirli bir yayın çizgisine sahipti. Sonra birdenbire özel televizyonlar hayatımıza girdi ve sanki bir kapak açıldı ve üzerimize o güne kadar hayal bile edemediğimiz ne varsa adeta boca edildi. Biz yılbaşında dansöz çıkacak mı çıkmayacak mı tartışmasına alışmışken bir anda gece saat 23.00 ten itibaren “kırmızı noktalı yayın” diye bir şey çıkıvermişti karşımıza. Aslında bugünden bakınca çok acınası! Tayt giymiş bir kadıncağız aerobik diye birtakım hareketler yapıyor ve bu “kırmızı nokta” ile ayrıştırılıyor! Ama o dönem için inanılmaz bir şeydi bu.

Tutti Frutti programı

Güventürk Görgülü: Tutti Frutti vardı, İtalyan’ların yaptığı. Hatırlarsın, dansöz meselesinde Nesrin Topkapı vardı, çıkacak mı çıkmayacak mı? Sonra birden nonstop dansöz çıkmaya başladı yılbaşı akşamlarında. Gerçekten bir boca durumu oldu haklısın.

Sinan Dirlik: Çok hazırlıksızdık üstelik. Belirli bir çizgide yayın yapan TRT’nin on yıllar içerisinde yarattığı alışkanlıklardan bir anda dansözlerin, tutti fruttilerin, kırmızı noktaların boca edildiği rengarenk, eller havaya, bildiğimiz/alıştığımız kuralcılığın yok sayıldığı bir yayıncılığın boca edildiği düzene geçiverdik.

Güventürk Görgülü: Doğru, birçok şeye hazırlıksız yakalandığımız gibi buna da hazırlıksız yakalandık. E Sinan biz kapitalizme de hazırlıksız yakalanmadık mı? Özal ve onun boca ettiği neoliberalizme de hazırlıksız yakalandık sonuçta. İnsanların o güne kadar öyle bir matematik zekâsı, bilgisi mi vardı? Enflasyon karşısında param nasıl eriyor ne yaparsam nasıl para biriktiririm ne kadar faiz alırsam köşeyi dönerim düşüncesiyle, parayla kurduğumuz ilişkiyi bir düşünsene. Kredi kartlarıyla tanıştık. Deli gibi kullanmaya başladı insanlar ve bir anda borç sarmalına düştüler. Sonuçta bir Alman, bir Hollandalı gibi bir ilişkimiz olmamıştı ki parayla. Paranın nasıl harcanacağını bile bilmiyordu insanlar. Gelirimiz ne kadarsa o kadarla yaşamaya alışkın bir toplumduk biz.

Sinan Dirlik: Doğru, yoksulluk vardı tabii ama daha orta sınıf bir toplumduk. Birdenbire çok iyi yaşamaya başlayan ve hepimize “gel gel” yapan insanlar çıktı ortaya. Bak ben nasıl güzel yaşıyorum, sen de böyle yaşayabilirsin diyen insanlar. Hatırlasana, Banker Kastelli reklamlarını falan. “Gel emekli vatandaş, yatır emekli maaşını, üç koy yirmi beş al!” diye aklını başından aldılar insanların.

Güventürk Görgülü: Tabii zenginlik öyle göstere göstere paylaşılan bir şey değildi sonuçta. Televizyonların yarattığı en önemli farklardan biri belki de bu oldu. Zenginliği gösterdiler. Bak nasıl yaşıyor insanlar, yatlar, katlar, tekneler, arabalar falan! E benim niye yok? E abi sen ne kadar üretiyorsun? Milli gelirin ne? Aman boş ver abi, al sen şu borcu, harca! Boş ver bir daha mı geleceksin dünyaya? Özal’ın yaptığı buydu. Hiçbir hazırlık, hiçbir geçiş süreci olmadan her şey üzerimize boca edildi.

Sinan Dirlik: Ama çok savunmasız değil miydik Güventürk? Bu kadar savunmasız bir toplum kapılıverdi bu çağrıya!

Güventürk Görgülü: Tabii! Biz Amerika değildik, İngiltere değildik sonuçta. Şehirlerde yaşayan, kapitalistleşmesini tamamlamış, parayla ilişkisini tanımlamış, üretim altyapısını geliştirmiş bir toplum değildik. Ne sermayemiz o denli güçlüydü ne işçi sınıfımız doğru düzgün oluşmuştu. Orta sınıfın üzerine aniden böyle bir heyula boca edilince her şey birbirine girdi. Bugünün fakiri yarın bir anda zenginleşebileceği fikrine kapıldı. Nitekim zenginleşebildi de bazıları. Çünkü adamını bulursan her şeye sahip olabiliyordun, böyle bir şey pompalanıyordu insanların üstüne. Sen de yapabilirsin! Ama nasıl? Oraları çok karıştırma! Sonuçta sadece televizyonlardaki içerikler değil, hayatımız da böyle bir bombardıman altında kaldı.

Sinan Dirlik: “Benim memurum işini bilir” dedi mesela Özal. En yetkili ağızdan bu ifadeyi duyan toplum gerekli mesajı almış oldu bir anlamda. Meşruiyet kazandı her şey. Dönemin hicivlerine bir bakmalı gençler. Mesela “Namuslu” diye bir film vardı. Rüşvet- soygun çarkına girmeyi reddetmek ayıplandı adeta. Sonuçta toplum da sevdi bu yeni durumu. Çok sihirli bir ifade yerleşti ya ta o günlerden dilimize: Halk bunu istiyor! Halk bunu istiyor dendiğinde akan sular durdu! Televizyon programlarının niteliğini değiştirirken kullandılar mesela bu ifadeyi ve halkın istediğini iddia ettikleri şeyleri boca etmeye başladılar halka… Oysa halk bunu gördükçe daha fazlasını talep eder hale geldi.

Güventürk Görgülü: Tabii halk bir istiyorsa sen on vereceksin! Bak bir dansöz çıkacak mı derken al sana on dansöz! Çünkü halk bunu istiyor demek daha çok reyting demek. Daha çok reyting, daha çok reklam demek. Piyasanın kuralı bu! TRT’nin eski kuralları işlemez oldu böylece. Dediğin gibi belirli bir denge vardı TRT yayınlarında. Şu kadar haber olacak, şu kadar eğlence programı olacak ama edebiyle eğlence olacak. Mesela arabesk olmayacak. Hatırlarsın, TRT’ye arabeskin girmesi çok uzun tartışmalardan sonra mümkün olmuştu.

Sinan Dirlik: Reklam denetim kuralları da çok sertti. Bir deterjanın en beyazlatan deterjan olduğunu söylüyorsan reklamında bunu belgelemek, kanıtlamak zorundaydın. Üniversite öğrencisiyken bir reklam ajansının radyo spotlarını götürürdüm İstanbul Radyosuna. Koca koca ses bantları olurdu. Tek tek dinlenir, reklam denetim kurallarına uymayan tek bir sözcük bile reklamın geri çevrilmesine neden olurdu. Peki daha fazla nostaljiye bulanmadan bugüne gelelim… Tamam hep daha fazlasını isteye isteye medyanın toplumu, toplumun medyayı yozlaştırdığı bir sonuca ulaştık. O koca koca medya patronları da çöktü gitti. Bir zamanlar birçok gazetecinin rüyasıydı Hürriyet’te çalışmak, Hürriyet’i yönetmek. Amiral gemisiydi. Şimdi içler acısı durumda. Bir zamanlar yayınlandığı saatlerde hayatı durduran programlar vardı. 32. Gün mesela. Siyaset Meydanı mesela. Gerçekten sokaklar boşalırdı o programların yayın saatlerinde. Artık ne böyle gazeteler ne böyle programlar ne böyle gazeteciler ne böyle yayıncılar var. Ne oldu Güventürk? Niye böyle oldu?

Güventürk Görgülü: Hikâye çok hazin biçimde, çok acı biçimde sonlandı Sinan. Çünkü dediğim gibi artık habere de haberciye de ihtiyaç kalmadı. Bir noktadan sonra işletmelerin kurulma gerekçeleri ortadan kalktı. Bir işletme kurulurken “neden kuruyorum” “ne üreteceğim” “insanlar ürettiğim şeyi neden alsınlar” gibi sorular sorulur. Nasıl olursa olsun para kazanmak sürdürülebilir bir şey değil. Eğer “nasıl olursa olsun para kazan” noktasındaysan, sattığın ürünün bir değeri kalmamışsa işletmeler de varlık nedenlerini kaybederler. Bak çok kapitalist bir noktadan söylüyorum bunu. Araba üretiyorsun mesela ama ürettiğin arabanın iyi olup olmadığının artık bir önemi kalmamışsa, sen başa yerlerden para kazanıyorsan, arabanın yanında başka şeyler veriyorsan ve artık arabanın önemi kalmamışsa ne olur? Haberden ve habercilikten vazgeçmenin yarattığı sonuç şu oldu: Her türlü finansal oyuna girebiliriz abi biz! Çok büyük gücümüz var, bize bir şey olmaz! Biz istediğimiz her şeyi yapabiliriz! Yani “yahu bizim bir sorumluluğumuz var, ahlak diye bir şey var, hak hukuk diye bir şey var” gibi endişeler ortadan kalkmışsa sonuç bu olur… Hadi bir de banka sahibi olalım çünkü bu iş çok büyük nakit gerektiren bir iş. Rakibimiz oldu, biz de olalım. O şunu aldı biz de alalım. O şu özelleştirmeye girdi biz de girelim. O holdingleşti biz de holdingleşelim. Sonuç? Sonucu hep birlikte yaşıyoruz zaten. Bak her şeye rağmen Doğan Grubu en son çöken grup oldu. Uzanlar, Karamehmet’ler çok daha önce çöktüler. Bunların aslında medya ile falan ilgileri alakaları da yoktu. Bankacılık sistemini kötüye kullanırken bize bir şey olmaz kafasındaydılar. Medya güçlerini de bu anlamıyla kalkan olarak kullandılar. Sonuçta biz hükümetler kuran, hükümetler yıkan insanlarız. Kim dokunabilir bize özgüveniyle hareket ettiler ve çöktüler. Yani patronlar bindikleri dalı kestiler Sinan. Aslında kendilerini koruyacak, ayakta tutacak asıl şey habercilikti, doğru habercilikti. Onları güçlü kılabilecek şey toplumu etkileme, topluma doğru ve güvenilir haber verme misyonuydu. Bundan vazgeçtiklerinde bindikleri dalı kesmiş oldular ve artık arkalarında durabilecek kimse de kalmadı. Çünkü gazeteciler kalmadı. Finansçısı, insan kaynakçısı, iş takipçisi kaldı, patronun işinin peşinde koşanlar, patrona iş kovalayanlar kaldı ama gazeteciler kalmadı…

Sinan Dirlik: Köşe yazılarında birbirlerini “iş takipçiliğiyle” suçlayanlar vardı hatırlarsan…

Güventürk Görgülü: Evet, birbirlerinin ipliğini pazara çıkarırlardı. Sonuçta kendi yaptığı işi kendisi öldürmüşse, insanın, tutunabileceği dal da kalmaz. Dediğim gibi kendi bindiğin dalı kesmişsin sen! Günü gelip senin de bir açığını buldular mı üstüne çöküverirler ve artık yapabileceğin bir şey kalmaz.

Artık “ana akım” yok!..

Sinan Dirlik: Teknolojik dönüşümün gazetelerin tiraj kaybetmesinde büyük etkisi olduğu söylenir hep. Gazetelerin yeni sürece uyum sağlayamayacaklarını ve artık tarihe karışacaklarını ileri süren bir görüş var. Bizde olduğu gibi bir yandan teknolojik dönüşümün, bir yandan da iktidarların baskılarının gazete tirajlarını olumsuz yönde etkilediği söyleniyor. Dünyadaki saygın gazetelerin teknolojik dönüşüme bir şekilde uyum sağladıklarını görüyorum ve çok da katılmıyorum bu teknolojinin gazetelerin gücünü olumsuz etkilediği düşüncesine. İktidarlarla kavga meselesine gelince işte Trump sonrası ABD’yi görüyoruz. Gazeteciler Trump’ın karşısına çıkıp çatır çatır soruyorlar sorularını. Baskıyla karşılaştıklarında da boyun eğmek yerine “kusura bakmayın, benden bu kadar” diyerek istifayı basıyorlar mesela. Yani bizim medyamızda yaşanan ağır erozyonun sebebi sadece iktidar baskıları ve teknolojik dönüşümle açıklanabilir değil. Sen ne dersin?

Güventürk Görgülü: Bir zamanlar ana akım medya dediğimiz bir şey vardı. Şu anda öyle bir şey kalmadı. Ana akım diye tarif ettiğiniz şeyin birtakım kuralları olmalı. Gündem oluşturabilmeli her şeyden önce. Bir manşet attığında o manşet toplumun tartışma gündemine düşmeli, tartışılmaya değer bulunmalı. Sonra kendine yeterli olmalı, güçlü bir ekonomik döngüye sahip olman lazım. Reklam gelirinin, satış gelirinin maliyetlerini karşılayabilmesi ve bundan da kâr etmen lazım ki yatırım yapmaya devam edebilesin. Ama mesela gündem oluşturabilme gücü her zaman çok satmayı gerektirmezdi. Mesela Cumhuriyet. Çok satan bir gazete olmadı hiçbir zaman ama bence ana akımın dibiydi! Gündem oluştururdu çünkü. Özgül ağırlığı vardı. Buna karşılık demin örneğini verdiğin Tan. Çok satardı evet ama onu bırak ana akım olarak değerlendirmeyi, gazete olarak bile değerlendirmek mümkün değildi. Dolayısıyla bizde ana akım erken çöktü. 90’larda yaşanan değişimin, baştan beri konuştuklarımızın sonucu olarak erken çöktü ana akım. Hatta bir anlamda kendi kendini imha etti. 2001’deki banka krizinden sonra artık piyasa normlarına göre iş yapamaz hale geldiler.

Sinan Dirlik: Netleştirmek ve altını çizmek için sorayım. Türkiye’de ana akım medyayı iktidarlar değil, medyanın kendi bileşenleri bitirdi.  Ana akım medya kendi ipini kendi çekti yani?

Güventürk Görgülü: Evet tam olarak böyle! Geriye kalanları da iktidarlar halletti zaten. Çünkü iktidarların eline elverişli bir araç verdiler. Bankacılığa el attılar, devasa özelleştirme ihalelerine girdiler. Bütün bunları yaparken de kendilerinden çok fazla eminlerdi. Bize bir şey olmaz kibriyle hareket ettiler ve asıl yapmakta oldukları, yapmaları gereken işin özünden uzaklaştılar. Bütün bunlar iktidarlar açısından çok elverişli bir ortam yarattı. 2001 krizinde, bankacılık krizinde büyük sarsıntı yaşadılar fakat zaten medya savaşları ile, hükümetlerle ilişkileri nedeniyle ağır itibar krizi yaşıyordu ana akım medya. Aydın Doğan- Dinç Bilgin kavgaları, Aydın Doğan- Uzan’lar kavgaları… Birbirlerini karşılıklı olarak şantajcılıkla, montajcılıkla, mafyacılıkla, iş takipçiliğiyle, usulsüzlüklerle suçlamalar… Hatırlıyorsun bütün o dönemleri. Birbirlerini bitirdiler. Toplum gözünde de itibarları kalmadı. Gazetecilik dediğin şey tamamen güvenle alakalı bir şey. Toplumun sana olan güveni kaybolduğunda sen artık gazetecilik yapamazsın. Bu, bu kadar net!

Sinan Dirlik: Bugün de bol bulamaç “yandaş medya/muhalif medya” tartışmaları yapılıyor fakat o dönemde de bugün de gerçek anlamda bir muhalif medyadan söz edeceksek burada herhalde öncelikle Kürt medyasını konuşmak gerekir. Geçmişten günümüze hangi iktidar gelirse gelsin Kürt medyasına soluk aldırılmadı. Mesele sadece seslerinin kısılması, sansür de değildi. Gazeteciler öldürüldü, gazete binaları basıldı, yakıldı. Muhalif medyadan söz edilecekse Kürt medyasıydı gerçek anlamda muhalif olan. Bugün “muhalif medya/ muhalif gazeteci” olarak ortalıkta boy gösterenlerin önemli bir kısmı da merkez medyanın çöküşüne odun taşıyanlardı. Bunların bugünkü muhalifliği biraz da pastadan eskisi gibi pay alamamalarından kaynaklanıyor. Şimdi böyle söyleyince çok büyük haksızlık etmiş olur muyum Güventürk?

Güventürk Görgülü: Yok canım, hiç de haksızlık etmiş sayılmazsın. Eskinin merkez medya/muhalif medya tartışmaları ile bugünün muhalif gazete/ gazeteci tartışmaları örtüşmüyor. Haklısın, bugün muhalif gazeteciyim diye dolaşan insanların önemli bir bölümü geçmişte hükümetler kurup hükümetler devirmeye teşne olan, bunu büyük bir iştahla yapan insanlardı.

Sinan Dirlik: 2001 krizi ve ardından 2002’de AKP’yi bir anda iktidara taşıyan sürece şöyle bir baksın insanlar. Bugün “sevgi ve özlemle hatırlanan” Ecevit o dönemde iktidardaydı ve bir anda büyük bir medya kampanyasıyla itibarsızlaştırılmış, ülke MHP Genel Başkanının koalisyonu bozmasıyla birlikte erken seçime gitmek zorunda kalmıştı. Merkez sağda büyük bir çürüme yaşanıyordu. Ecevit’in artık ülkeyi yönetemeyecek kadar yaşlandığı, “öz bakımını bile yapamayacak kadar” acze düştüğü köşe yazılarında dillendiriliyordu. Daha fazla söylemeyeyim ama dönemin amirali Hürriyet gazetesinde Emin Çölaşan’ın Haziran-Temmuz 2002 köşe yazılarına bakarak hafıza tazelemekte yarar var.

Güventürk Görgülü: Maalesef öyle.

Haberin değeri kalmadı artık…

Sinan Dirlik: Bu hafızasızlaştırılma biraz da maruz kaldıklarımızın yoğunluğundan kaynaklanıyor sanırım. Her şey gibi haber de boca ediliyor üzerimize. Elimizdeki telefondan, önümüzdeki ekrandan ölümler, katliamlar, felaketler hızla akıp geçiyor. Bir noktadan sonra ağır çaresizlik hissiyle, daha da ötesi kayıtsızlaşarak izliyoruz üzerimize boca edilenleri. Bugünlere bu şekilde geldik biraz da…

Güventürk Görgülü: Evet, haber yağıyor üstümüze. Bundan memnun muyuz peki? Değiliz! Ama burada haberin ne olduğuyla alakalı da konuşmak zorundayız. Mesela şöyle bir eğilim oluşmaya başladı: haberden kaçınma! Haber bıkkınlığı! İnsanlar “artık X’e girmek istemiyorum, televizyon açmıyorum, haber duymak istemiyorum” diyorlar. Şimdi tam da burada haberin ne olduğunu tartışmamız gerekiyor. Bizim üzerimize boca edilen haber mi gerçekten yoksa haberin parçacıkları mı? Aslında haber dediğimiz şey başı sonu belli olan, belirli bir çerçevesi olan, bir mesaj içeren, nedenini, niçinini, geçmişini, bugününü kavramana imkân sağlayan bir şeydi değil mi?

Sinan Dirlik: Evet, “haber değeri” diye bir kavram vardı mesela. Yani bunun haber olması için öncelikle kamu yararına bakardın. Bunu haberleştireceğim de eee? Kamunun çıkarı ne bundan?

Güventürk Görgülü: Kesinlikle! Bir bilgiyi haber olarak taşıyacaksan öncelikle kamu yararını gözetirdin. Bir şeyleri seçmen lazımdı yani. Sonra o seçtiğin şeyin bir başı, sonu olmalı. İşte şu olmuş, bu olmuş, bunun sonucunda şu şunu söylemiş, ama bu aslında şöyle de olabilirmiş, falanca ya da ismini vermek istemeyen birileri de şunu söylemiş gibi bir metin olurdu. Enformasyon ile bilgi ile haber farklı şeyler birbirinden! Yani sonuçta her şey bir enformasyon, her şey bir bilgi değil mi? Sen ne yapıyorsun, enformasyonu, bilgiyi toparlayıp işleyip şekillendirip habere dönüştürüyorsun. Teyit mekanizmasını çalıştırıyorsun. Bu bilgi doğru mu diyorsun mesela. Aslı astarı var mı? Kim görmüş? Kim duymuş? Peki neden olmuş? Nerede olmuş? Yarın ne olacak? Pek çok soru sorman lazım bu bilgiye ilişkin. Demin senin verdiğin sahte içkiden 59 kişinin ölmesi meselesi gibi… Ne zaman ölmüş abi bu adamlar? Kim bildirmiş bunu? Gördüğün gibi, bu haber değil, bilgi parçacığı aslında. Ajans bu şekilde geçiyorsa senin görevin bunu doğru düzgün bir haber haline getirmek olmalı. Emniyeti ararsın mesela. Sağlık Bakanlığını, İçişleri Bakanlığını ararsın, “böyle bir bilgi var, bunu siz mi açıkladınız, bu insanlar ne zaman öldü?” sorarsın. Değil mi? Yani bir bilginin habere dönüşmesi bir süreç. İnsanlar ben haber duymak istemiyorum diyor sonra! İyi de haber değil zaten onlar. Ama ne oluyor biliyor musun? Birileri oturup dur ben şunu derli toplu haberleştireyim demeye kalktığında ve birkaç saat sonra eli yüzü düzgün bir haber olarak sunduğunda “aaa ben biliyorum zaten bunu, bayat haber o” deniyor. Neden? Çünkü onu haberleştirene kadar sayısız haber parçacığı boca edilmiş insanların üstüne ve onlar bir şekilde bu parçacıklarla “haberdar olduklarına” kanaat getirmişler çoktan. Yani haber alma biçimimiz de yanlış. Haber okuyucusunun da kendisini eğitmesi gerekiyor bu noktada. Gazeteci olmak nasıl başka bir şey ise habere meraklı olmak, haberdar olmak istemek de başka bir şey. Gazeteci nasıl ki “ben bunu haberleştireceksem, bunun tüm unsurlarının peşine düşmeliyim ve birleştirip ortaya bir haber çıkartmalıyım” demek zorundaysa haber okuyucusu da okuduğunun gerçekten bir haber olup olmadığı üzerinde düşünmeli. Evet bütün gün üzerine bir sürü bilgi parçacığı boca ediliyor, peki sen günün sonunda tam olarak ne olup bittiğini anlayabilmiş misin? Anlayamıyorsun, aksine kafan karışıyor. Hepimizin kafası karışıyor. Bakıyorum, bir şey olmuş da aslında ne olmuş, niye olmuş anlayamıyorum. Düzgün haber alamıyoruz çünkü düzgün habercilik yapacak mekanizmalara ihtiyacımız var. Eğer gerçekten düzgün haber almayı istiyorsak bir süzgeçten geçirmeye ihtiyacımız var. Teyit mekanizmasına ihtiyacımız var. Çünkü teyit edilmemiş bilgi parçacıklarının boca edildiği, dezenformasyona karşı savunmasız kaldığımız bir dünyadayız.

Sinan Dirlik: Bu aynı zamanda kendimizi güçsüz ve yalnız hissettiren bir süreç değil mi? Önüme haber düşüyor, bir yangın olmuş, 78 kişi yanarak ölmüş! Bir başka haber düşüyor, yüzlerce köpek katledilmiş. Başka bir haberde Kaz Dağlarında bilmem kaç hektar orman, maden şirketi tarafından yok edilmiş. Bir başka haberde Karadeniz’de şu kadar dere HES’ler yüzünden kurumuş… Tamam, sağ olun, bu bilgiler önüme düştü. Şimdi ne olacak? Ne yapacağım ben bu bilgi yığınıyla? Bilemiyorum ne yapacağımı ve her bilgi düştüğünde mutsuzluğum katlanarak artıyor.

Güventürk Görgülü: Evet ve bilmene gerek de yok. Bilsen ne olacak? Nerede kullanacaksın ki bu bilgileri? Konuştuk ya, sanayi toplumunda iyi kötü belirli bir demokrasi işleyişi vardı. Anlamlı bir tepki oluşturabilirdin ve o tepkinin karşılığında öyle veya böyle seni duyan, dinleyen, seni muhatap almak zorunda olan bir mekanizma vardı. Şimdi artık öyle bir demokrasiye ihtiyaç olmadığı için senin de elde ettiğin o bilgiyi ne yapacağını bilmene gerek yok! Mesela İngiltere’de İşçi Partisi ve Muhafazakâr Parti var. Seçmen bu ikisi arasında bir karar vermek durumunda. Peki bu ikisi arasında bir fark var mı? Yok! Toplumsal kaynak dağıtımında anlamlı bir fark yaratmıyorsa, en basit ifade ile zenginden alıp fakire verecek şekilde bir sistem değişikliği gerçekleştiremiyor, gerçekleştirmeyi de öngörmüyorsa iki parti arasında nasıl bir farktan söz edebilirsin? Eski sanayi toplumu demokrasisinde, iyi kötü toplumun daha örgütlü olduğu, sendikaların daha güçlü olduğu bir ortamda senin belli kararlar vermen gerekiyordu, doğru. O yüzden de medya senin için seçilmiş bir gündem oluşturuyordu. Bak toplumda şu şu sorunlar var, bu sorunların çözümüne ilişkin şunlar şunu söylüyor, bunlar bunu söylüyor, senin de bir karar vermen gerek diyordu… Şimdi öyle bir demokrasi işleyişi yok. Dolayısıyla senin karar verme sürecin, o karar verme sürecini etkilemeye çalışan haberlere de ihtiyacın yok.  Zaten neyin kararını vereceksin ki? Önünde birbirinin aynı iki şey var, sadece isimleri değişik. Dünyada kimse birilerinin herhangi bir şeye karar vermesini istemiyor, ihtiyaç da duymuyor buna. 

İÜ Basın Yayın YO öğrencileri Netaş grev ziyaretinde, 1986 (Sinan Dirlik Arşivi)

Sinan Dirlik: Üniversite yıllarımda, politik bir öğrenciydim ve pek çok konuda protesto eylemleri düzenlerdik. Bir basın açıklaması, bir eylem yapacağımızda gazetelerin baskısına yetişecek bir saatte olmasına dikkat ederdik. Çünkü insanların duyması ve desteklemesi gerekiyordu eylemimizi. Bir haber okuduğumuzda o haber bizi harekete geçirirdi. 12 Eylül darbesinden sonraki ilk büyük işçi grevini hatırlıyorum. NETAŞ grevi! İşçilerin greve gittiğini gazetede okuduğumuzda öğrenciler olarak hemen harekete geçtik, kendi aramızda para toplayıp işçiler için çay, şeker, yağ, un alıp birlikte grev çadırını ziyarete gittik. Çünkü haber tam da olması gerektiği gibi, okuyanı dürter. Dürtmeli. Tavır almaya zorlar haber. Bunun için aktarılmıştır sana. Ama şu anda önüme düşen sayısız bilgi bombardımanı altında tepe sersemine döndüm. Hangisine yetişeyim? Bırak tepki vermeyi, üzerinde düşünecek vakti tanımıyor ki bu bombardıman. Sadece ah ah, vah vah çekip bir sonraki püskürtülen bilgiye geçiyoruz. Aldığımız bilgiyi kafamızda işleyip nasıl bir tepki vermemiz gerektiğini düşünebileceğimiz bir ortam yok.

Güventürk Görgülü: E basının işlevi buydu zaten. Basının demokratik yapı içerisindeki önemli kuvvetlerden biri sayılmasının nedeni de buydu. Toplumun bilme, öğrenme hakkı olacaktı. Toplum bilecek ki iyi ile kötü, haklı ile haksız, kendi çıkarına uyan ile uymayan arasında seçim yapabilsin. Toplumun seçim yapabilme hakkının garantilerinden biriydi basın. Haberin kutsal sayılması, basına yaptıkları iş hasebiyle kamusal alanda bir takım ayrıcalıkların tanınması bu nedenleydi. Şimdi tutum alma, tepki örgütleme meselelerine gelirsek eğer, aslında sosyal medya da başlangıçta böyle bir zemindi. Gezi sürecini hatırla. Ya da mesela daha öncesinde ABD’de occupy eylemlerini, ırkçılık karşıtı eylemleri hatırla. O zamanki adıyla Twitter’ın insanları bir yere çağırma, oradaki gelişmelerden anında haberdar olma ve gündem oluşturma gibi önemli bir gücü çıktı ortaya. Ne oldu, çıktığı gibi de ortadan kaldırıldı o güç. Şu anda X üzerinden yapabilir misin böyle bir şeyi? Yok artık, hemen ortadan kaldırılıverdi o güç! Çok kısa bir süre için yaşadık bu hissi. Ulan ne güzel şeymiş bu sosyal medya dedik. Ama istenmiyor artık öyle bir güç.

Sinan Dirlik: Peki bugün nasıl görüyorsun gazeteciliği ve medyayı?

Güventürk Görgülü: Türkiye açısından dediğim gibi, ana akım çöktü. ABD, İngiltere gibi ülkelerde ana akım henüz hala kendini var etmeyi sürdürüyor. Bence Türkiye ile farklar açısından bu önemli bir ayrım. Bir Guardian, bir New York Times, dijital ortamı da kullanarak farklı formatlarda içerik, haber üretmeyi sürdürüyor. Mesela 6 Şubat depremlerinde NYT’ın başarılı haberleri çok konuşulmuştu. Tabii ki tüm dünyada gazetecilik güç kaybetti. İşte bak Trump’a, birtakım gazeteleri, televizyon kanallarını istemiyor, kovuyor falan. Ama medya hala gücünü koruyor. Çünkü işlerini yapmaya odaklılar, neden var olduklarını, neden para kazanabildiklerini unutmuyorlar. Tabii bir miktar kabuk değişikliği tüm dünyada var. Hatta Economist gibi yapılar hala basılı dergi olarak varlıklarını sürdürmeyi başarabiliyorlar.

Sinan Dirlik: Yakın gelecekte konvansiyonel medyanın, basılı gazete ve dergilerin devam edeceğini düşünüyor musun?

Güventürk Görgülü: Ya illa kâğıda basılarak, dağıtılarak varlıklarını sürdüreceklerini iddia etmiyorum tabii. Kaldı ki artık konuştuklarımızın neredeyse tamamı internet üzerinden erişilebilir yayınlar haline geldi. Bugün ben de artık basılı gazete satın almıyorum. Bilmiyorum, sen ne durumdasın ama?

Sinan Dirlik: Taşınırken falan paket yapmak zorunda kaldığımda… Hatırlıyor musun, internet yaygınlaşmaya başladığında gazeteler uzunca bir süre direnmişlerdi. Sayfalarını internette yayınlamalarının tirajlarını olumsuz etkileyeceğini düşünüyorlardı bu yüzden bir çok gazetenin internet sayfası çok geç zamanlarda açıldı. Şimdi bazen çok özlüyorum hafta sonlarında bir gazete balyasının sayfalarında zaman geçirmeyi. Ama genel olarak hiç çekmiyor beni gazete satın alıp dünün haberlerini okumak.

Güventürk Görgülü: Evet artık yok öyle bir keyif. Orada mesele okuyucu tarafından ne kadar finanse edilebileceği meselesi. Çünkü reklam modeliyle dönemediği de aşikâr. Şimdi dijital telif yasası falan konuşuluyor ama… Google reklamları nasıl dağıtacak, onun telifi nasıl ödenecek, birçok çözüm bekleyen sorun var. Sonra Google algoritması değişti biliyorsun. Bir takım haber sitelerinin tıklanma oranları çok olumsuz etkilendi. Sadece reklam gelirleriyle hele ki Google gibi devasa kuruluşların getirip sana uyguladıkları modellerle bu işin dönebilmesi mümkün görünmüyor. Birileri belki Youtube’dan para kazanıyordur ama oradan da kayda değer bir para kazanabilmek için milyonlarca izlenme almış olması lazım. Dolayısıyla mevcut modellerle iş yürümüyorsa yeni modellerin geliştirilmesi lazım. Eğer okuyucu gerçekten bunu talep ediyorsa, dünyadan, ülkesinden düzgün haber almak istiyorsa doğru modellerin kurulması gerekiyor. Burada okuyucu/izleyici finansmanı bir seçenek oluştursa da Türkiye gibi ülkelerde okuyucu/izleyici ne kadar finanse edebilir, böyle bir alışkanlık var mı, tartışmaya çok açık bence. Haber almak için para ödeme alışkanlığı tamamen kayboldu. Haber tamamen bedava bir şeymiş gibi algılanıyor artık. Özellikle son 1-2 kuşakta bu çok yerleşti. Haber için para ödemeye yeniden nasıl ikna olurlar bilmiyorum. Bunun gerekli bir şey olduğunu ve okuyucuların/izleyicilerin de birazcık kaynak ayırması gerektiğini düşünmesi lazım. Başka türlü bunun sürdürülebilirliği yok bence. Habercinin doğrudan okuyucu tarafından finanse edildiği bir sistemin kurulması lazım. Öyle Google gibi büyük aracı şirketlerle falan olmuyor bu iş.

Yurttaş gazeteciliği, içi boş bir kavram!

Sinan Dirlik: “Yurttaş gazeteciliği” diye bir kavram var. Elinde telefonu, bilgisayarı olan, birazcık da bu işlere merakı olan insanlar bulundukları yerlerden yayın yapmaya başladılar. Aslında bir anlamda o bilgi püskürtme furyasına dahil oldular. Bu durum başlangıçta ilgi ve heyecanla karşılandıysa da sonuçta dezenformasyon başta olmak üzere birçok soruna da neden oldu. Zira başından beri konuştuğumuz bir “haber denetim sürecinden” geçmiyor bu paylaşımlar. Ne diyorsun bu “yurttaş gazeteciliği” kavramına?

Güventürk Görgülü: Sinan “yurttaş marangozu”, “yurttaş berberi” var mı? Dediğin gibi ilk çıktığında “vay ne müthiş bir şey” falan dedik ama esasen yurttaş gazeteciliği daha çok aktivizm ile ilgili bir şey. Belirli bir amaç etrafında örgütlenmiş insanların yaptığı bir gazetecilik türü denilebilir belki. Bir yerde örneğin madene karşı direniş var, ne bileyim HES’lere karşı direniş var, orada yurttaş gazeteciliği devreye giriyor. Çünkü muhabirin hızlıca oraya ulaşabilmesi mümkün değil belki. Her zaman mümkün olamayabiliyor, zaman açısından, finansman açısından. Bu noktada yurttaş gazeteciliği bize bazı bilgileri kaynağından verebiliyor ama yine de işin içerisine gazetecinin dahil olması gerekliliği var. Çünkü orada dezenformasyon ortaya çıkabiliyor. Sonuçta editoryal bir süreçten geçmiyor oradan aktarılan bilgi.

Sinan Dirlik: Burada çıplak gerçeklik diye bir şey çıkıyor ortaya. Vatandaş elinde cep telefonuyla, kamerasıyla mesela Kaz Dağlarında bir direnişe ya da mahallesindeki bir trafik kazasına, yangına, cinayete ilişkin bilgi aktarıyor. Bize “çıplak gerçeği” aktarıyor fakat bu aktarım sırasında herhangi bir etik endişesi, kaygısı, bir filtresi yok. Tam olarak neyi aktardığını, nasıl aktardığını düşünmüyor, öyle bir kaygı da duymuyor. Oysa bir haberi işlemenin ve aktarmanın kuralları var. Neyi aktaracağım, nasıl aktaracağım, hangi formatta, nasıl bir üslup ve yaklaşımla aktaracağım sorularını sormuyor. Oysa biliyoruz ki her şey bir prizma aslında ve herkes baktığı açıdan görüyor ve aktarıyor olayları. Tamam gerçek mi, gerçek. Ama gerçeğin kaç farklı yüzü var? Bir haberci ne yapar? Olayın tüm taraflarıyla konuşur. Objektiflikten öte bir olayın tüm taraflarının görüşüne başvurmak bir haberci sorumluluğu. Ya da bir görüntü. O görüntünün paylaşılmasında kamu yararı var mı, paylaşmak zorundaysan hangi filtrelerden geçirerek paylaşacaksın, haberci bunların muhasebesini yapar değil mi?

Güventürk Görgülü: Üzerimize boca edilen bir dünya haber kırıntısının üzerine bir de bunlar ekleniyor. Ben yurttaş gazeteciliğini, gerçek gazeteciler açısından bir kaynak olarak görüyorum. Bir olayın haberleştirilmesinde yurttaş gazetecilerinden yararlanılabilir belirli ölçülerde. Ama bundan daha ötesi değil! Sonuçta gazetecilik bir mesleki faaliyet. Ben kimsenin eline bir kamera alıp işte ben yurttaş gazetecisiyim diyerek sokakta gazetecilik yapacağını düşünmüyorum. Sonuçta bunun maddi bir boyutu var. Profesyonel olarak hayatını bununla idame ettirebileceğin bir para kazanmak zorundasın. Birtakım eylemlerde, kentsel dönüşüm meselesinde filan bunun örneklerini gördük. Birtakım güvenilir insanlar var. Sivil toplum temsilcileri mesela. Bunlar bir konunun hızla gündeme gelmesini sağlayacak bir güç yaratabiliyorlar. Orada yurttaş gazeteciliği bu anlamıyla değerli bence. Yerinden bilgi aktarmak değerli. Ama sonuçta unutulmaması gerekiyor ki gazetecilik, mesleki formasyon gerektiren bir faaliyet. Başta söylediğim gibi “yurttaş marangozluğu” ne kadar anlamsız bir kavramsa, bu kavram da öyle. Ben bulunduğum çevrenin bir derdini duyurmak, çözüme kavuşturmak için bir faaliyet yapıyorsam, bu elbette anlamlı ve değerli bir faaliyet. Yurttaş gazeteciliği de bulunduğun köyün, kentin bir derdini, bir sorununu duyurmak için anlamlı olabilir elbette. Fakat bundan daha ötesinde bir şey olduğunu düşünmüyorum. Bu insanlar, gazeteciler açısından önemli bir kaynaktır ama… Bir yerde bir olay olmuş, ne olup bittiğini anlamak için hemen bağlantı kurabileceğimiz insanlar vardır. Önemli birer kaynaktır bu insanlar.

Otoriter liderler gerçekten hoşlanmıyor… 

Sinan Dirlik: Haberin içinin bu kadar boşaltıldığını konuşuyoruz. Artık efektif bir şey olmadığını, işe yararlığını yitirdiğini, doğru dürüst habercinin, haber kuruluşunun kalmadığını konuşuyoruz. Bununla beraber özellikle sağ popülist liderlerin egemen olduğu günümüzde iktidarların haber dolaşımından hoşnut olmadıklarını görüyoruz. İnsanlar haber furyasının içerisinde kaybolsunlar ama gerçek te bu toz duman arasında kaybolsun isteniyor. Otoriter rejimler gerçeğin, haberin taşıdığı gerçekliğin dolaşımda olmasından hoşlaşmıyorlar ve bunu engellemek için yargı başta olmak üzere tüm aparatlarını devreye sokuyorlar. Türkiye’de, Macaristan’da, Rusya’da hatta artık ABD’de bile durum bu. Ne diyorsun bu duruma?

Güventürk Görgülü: Gerçeklerin ortalıkta dolaşması, otoriter liderler açısından emniyetli bir durum değil. Ne kadar az gerçek, o kadar iyi! Ya da çokluğun içerisinde kaybolmuş, insanların kolaylıkla ayırt edemeyeceği gerçeklik iyi! O yüzden ne kadar boca edilirse o kadar zor bulursun çerin çöpün arasındaki gerçeği… Bütün bu çer çöp arasında gerçekten işe yarayacak, gerçekten toplumda etki uyandıracak bir haber ortaya çıktığında gazetecilerin öldürüldüğünü bile görüyoruz. Ya da yargı mekanizmasının devreye sokulduğunu ve gazetecilerin tutuklanıp yıllarca hapis yattıklarını. Bak mesela Birgün gazetesi. Çok satan bir gazete mi? Hayır değil. Ama bana sorarsan Birgün gibi küçük ama etkili gazeteler, internet siteleri aslında bir şekilde ana akım haline gelmiş durumdalar. Neden? Çünkü gündem oluşturabiliyorlar. Mesela tarikat yurtlarındaki çocuk tacizleri haberlerine bak. Ne kadar az sayıda muhabir ilgileniyor bu tür haberlerle ama ne kadar çok ses getiriyor bu haberler. Gündem oluşturuyorlar. Düşünsene böyle bir sürü muhabir olsa, bir sürü gazetede, sitede bu haberler yer alabilse toplumda gerçekten büyük sarsıntı yaratabilecek, fark yaratabilecekler…

Sinan Dirlik: Aslına bakarsan haberin içinin bu denli boşaldığı bir ortamda rejimlerin haberden ve haberciden bu denli korkmaları da biraz trajikomik geliyor bana. Az önce verdiğin örnek mesela… Tarikat yurtlarında çocukların tacize uğradığı bilgisini alıyorum, öfkeleniyorum, üç gün, beş gün ama kesinlikle altı gün değil, üç beş gün twitter’da yardırıyorum! Altıncı gün bir bakıyorum bir otel yanıyor ve 79 kişi yanarak ölüyor. Ya da bir kız çocuğu ailesi tarafından boğuluyor. Veya el kadar, 2 yaşında bir sabi, annesinin bilgisi dahilinde tecavüze uğrayıp 1 ay can çekiştikten sonra ölüyor… Art arda oluyor bunlar. Ben her biri için ancak üç, beş gün twitterda öfke kusup, hesap sorma yeminleri edip bir sonraki olayla sersemleyerek devam ediyorum hayata. Tanrı aşkına Güventürk, iktidarların böyle bir durumdan endişe etmelerini gerektirecek ne var ki? Sosyal medyayı ağlama duvarına çevirmekten başka yapabildiğim ne var ki? Endişe edecekleri ne var ki?

Güventürk Görgülü: Aslında var. Hala Gezi benzeri çıkışlardan ya da Sırbistan’da tam da bizim otel yangının olduğu günlerde demiryolu istasyonunda yaşanan ve 15 kişinin ölümüyle sonuçlanan olaya toplumun verdiği tepki benzeri tepkilerden endişe ediliyor. Başbakanın istifasıyla sonuçlandı biliyorsun o tepkiler. Bir anda bir kıvılcımın çakmasından ve olayların büyümesinden endişe ediyorlar anladığım kadarıyla. Toplumsal olaylara dönüşmesinden endişe ediyorlar. O yüzden de polisiye önlemler, yargı sürekli tetikte.

Sinan Dirlik: Çok merak ettiğim bir konu var. Muhalif televizyonlar neden önemli politik filmleri, kültür sanat içeriklerini yayınlamaz? Benim gençliğim bu filmlerle, müziklerle şekillenmişti. Sabahtan akşama konuşan kelleler yerine biraz da onları yayınlasalar daha iyi olmaz mıydı?

Güventürk Görgülü: E belli bir yaşın altındaki insanlar televizyondan film izleme alışkanlığına sahip değil artık. Belki bu nedenle… Böyle bir talep yok yani. Ben izlemiyorum açıkçası o kanalları. Gerçekten dayanılmaz. Hani bazen denk geliyorum, dediğin gibi sürekli konuşan kafalar var ekranda. Hep aynı kişilerin her konuda yorum yapabildiklerini görüyorum şaşkınlıkla.

Sinan Dirlik: Suriye’den girip Ukrayna’dan çıkıyorlar, yapay zekaya dalıp petrole, oradan borsaya giriyorlar abi. Çok afedersin herbokologlar!

Güventürk Görgülü: Evet böyle bir yayıncılık gerçekten. İnsanlara ne katıyor böyle bir yayıncılık bilmiyorum. Kutuplaşmanın getirdiği bir şey belki bu. Hani tarafların içini soğutma, gazını alma programları gibi geliyor biraz bana.

Sinan Dirlik: Peki son olarak, geleceğini nasıl görüyorsun medyanın?

Güventürk Görgülü: Evet kâğıttan internete medyadaki değişimleri konuştuk. Ben her şeye rağmen haberciliğe hala ihtiyaç olduğuna, olacağına inanıyorum. Tamam birçok iş alanı teknolojiye, makinelere devredildi doğru. Yapay zekânın devreye girmesiyle işler daha da kolaylaştı. Ben mesela bugün ChatGPT’ye üç dört farklı insanın görüşünü verip al bunlardan bir haber yaz diyebilirim. Her geçen gün daha az sayıda gazeteciye ihtiyaç duyulabilir bu yapı içerisinde belki ama ben hala haberciliğe ihtiyaç olacağını düşünüyorum. Eğer tüm dünya katı bir otokrasiye dönmeyecekse, insan hakları, özgürlükler, demokrasi gibi kavramlar hala varlığını sürdürecekse ben böyle bir dünyada haberciliğe de ihtiyaç olacağını düşünüyorum. Tamam daha az sayıda insana ihtiyaç duyulabilir, haberci olarak, editör olarak falan ama eğer doğru düzgün bir toplumsal gelecek istiyorsak, bu mecralara ve habercilere ihtiyaç bitmeyecek.

Benzer İçerikler

spot_img

Son İçerikler

spot_img